...
"Yeter uluduğun, Nikifororovna!" demişti hıçkıra hıçkıra ağlayan, alelacele ağıt yakan bir hatuna."Şu uluman acından değil, öldüğünde senin de arkandan ağlasınlar diye ağlıyorsun..Çocuğu yanına al bakalım, zaten altı tane var sende, bu biri de diğerlerinin arasında yalandan doyar gider."
"Yok ya!Yalandan doyacakmış!Şimdi böyle göründüğüne ne bakıyorsun, sen onu bir de delikanlı olduğundai boğazlanıp pantolonlarını paralamaya başladığında gör, yemek yetiştiremezsin yemek!"
Öksüzü başka bir hatun almıştı, yedi çocuklu Mavra Fetisovn Dvanova.Kendisine elini uzatan öksüzün yüzünü eteğinin ucuyla temizlemiş, burnunu silmiş ve damına götürmüştü.
Çocuk, babasının kendisine yaptığı oltayı anımsamıştı -gölde unutmuştu onu.Şimdiye bir balık takılmış olmalıydı ucuna, yenebilirdi, yabancılar kendi yemeklerini yiyor diye azarlamasınlardı.
"Teyze, suda balığım tutulmuştur." demişti Şaşa."İzin ver gidip çıkarayım da yiyeyim, beni beslemen gerekmesin."
---
Zahar Pavloviç mezarı açıp annesine bakmayı arzuladı şiddetle: kemiklerine, saçlarına ve çocukluk yurdunun bütün kaybolan kalıntılarına.Canlı bir anneye bugün de hayır demezdi doğrusu çünkü çocukluğuyla bugünü arasında büyük bir fark görmüyordu.O zaman da, ilk yaşlarının mavi sisinde, bahçe çitindeki çivileri, yol kenarlarındaki demirhanelerden yükselen duman ve araba tekerleklerinis severdi, döndükleri için.
Küçük Zahar Pavloviç evinden nerelere giderse gitsin, kendisini her daim bekleyen bir annesi olduğunu bilir ve başka hiçbir şeyden korkmazdı.
---
Ömrü boyunca kendi gücüyle, kimsenin yardımı olmadan yaşamış, kendi duygularından evvel bir yol göstereni olmamıştı, oysa kitaplar Şaşa'ya başkasının aklını öğretiyordu.
"Ben eziyet çektim, Şaşa ise okuyor -hepsi bu! diyordu Zahar Pavloviç, oğlana imrenerek.
Şaşa biraz okuduktan sonra yazmaya koyuluyordu.Zahar Pavloviç'in karısı uyuyamıyordu lambanın ışığından.
"Yazıp duruyor," diyordu "Ne, yazıyorsa?"
"Sen uyu" diye öğütlüyordu Zahar Pavloviç."Gözlerini derinle ört de uyu!"
Karısı gözlerini yumuyor ama gözkapaklarının ardından da gazyağının boşa yandığını görebiliyordu.Yanılmamıştı kadın -gerçekten de boşa yanmıştı Aleksandr Dvanov'un gençliğinde lamba, sonradan zaten peşlerinden gitmediği kitapların, ruhu huzursuz eden sayfalarını aydınlatarak.Ne kadar okusa ve düşünse içinde hep boş bir yer kalıyordu, betimlenmemiş ve anlatılmamış bir dünyanın tedirgin bir rüzgar gibi içinden geçtiği o boşluk.On yedi yaşındayken Dvanov göğsünün üzerinde hala bir zırh taşımıyordu, ne tanrı inancı ne de başka bir düşünsel avuntu; önünde uzanan isimsiz yaşama yabancı bir ad vermiş değildi.Gelgelelim dünyanın isimsiz kalmasını da istemiyordu; tek beklediği, bilinçli olarak uydurulmuş lakaplar yerine ismini dünyanın kendi ağzından duymaktı.
---
Bu vagon, uzun yollarda canları sıkılan ve yalnızlıktan bunalınca, cepheden memlekete yollanan mektuplarda her daim kullanılan o mürekkepli kalemlerle duvar ve sıraları karalayan nice Kızıl Orduluyu taşımış olmalıydı.Dvanov, bu yazıları samimi bir kederle okuyordu; evindeyken de yeni takvimi senenin başında okuyup bitirirdi böyle.
"Ümidimiz denizin dibine demir atmıştır." diye yazmıştı meçhul bir ordulu gezgin ve düşüncelerinin mekanını iliştirivermişti: "Cankoy, 18 Eylül 1918"
---
Devrimden haberleri yoktu çocukların, patates kabuğunu ebedi yiyecek sanıyorlardı.
---
"Aklından çıkarma beni" dedi Tanrı; bakışları kederlendi."İşte ebediyen ayrılıyor yollarımız, bunun ne kadar üzücü olduğunu kimse anlayamaz.İki insandan geriye birer insan kalır!Ama şunu unutma, bir insan diğerinin dostluğundan doğar, ben ise kendi ruhumun kilinden büyüyorum."
"Bir şey var o uzak ülkede,
Karşısında bu kıyının,
Giren bizim düşlerimize,
Sahip olduğu düşmanın..."
"Ey elmacık, kaplanasın
Olgun altınla
Sovyetler kesecek seni
Çekiç-orakla..."
"İşte kılıcım, ruhum işte,
Mutluluğum ise orada..."
"Ah elmacık
Özgürlüğünü sakla:
Ne Sovyet'e, ne çarlara,
Ama bütün halka..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder