...Çok daha sonraları, insanoğlunun daah büyük boyutları içinde kendime baktığımda, benim de tıpkı onun gibi olduğumu anladım.Yaşamımın en güzel yıllarını ve de büyük bir bölümünü, tarihsel uygarlıklarda sahneye çıkan insanların yaptığı kötülükleri ortaya koymaya harcadım.Annem ailesinin davalarını ne denli acımasız bir yaklaşımla ele aldıysa ben de güç ya da iktidar olgusunu o denli acımasız bir yaklaşımla inceledim ve çözümledim.İnsanlar ve insaoğlu hakkında söyleyemeyeceğim hiçbir kötü şey kalmadı nerdeyse.
---
Bulgaristan'dayken sık sık Almanca duymuş ve anlamadığım halde gizlice konuşmuştum da; ama ilk kez bir şey benim için çevriliyordu, gerçek anlamda öğrendiğim ilk Almanca sözcükler, "Çalılıkta Mezar" şarkısının sözleriydi.Şarkı, ordudan kaçtıktan sonra yakalanan ve kendisini kurşuna dizecek olan yoldaşlarının karşısında dikilmiş bulunan birini anlatıyordu.Kaçmasına yol açan şeyi anlatıyordu kaçak asker, sanırım anayurdunda söylenen bir şarkıydı bu.Şarkı, "Elveda ey kardeşler, işte bağrım, vurun." sözleriyle sona eriyordu.Sonra bir silah sesi duyuluyor ve çalılıktaki mezarla üzerindeki güllerden sözediliyordu.
Silah sesini titreyerek beklerdim, asla eksilmeyen bir heyecandı bu.Şarkıyı tekrara tekrar dinlemek ister, babama asılır, asılırdım; o da arka arkaya iki üç kez söylerdi.Her cumartesi eve geldiğinde, daha armağanlarımızı bile çıkarmasını beklemeden "Çalılıktaki Mezar"ı söyleyip söylemeyeceğini sorardım."Bakalım" derdi.Ama aslında kararsızdı çünkü şarkıya böylesine tutkun olmam onu rahatsız etmeye başlamıştı.
Kaçağın gerçekten ölmüş olduğuna inanmak istemezdim; kurtarılmasını dilerdim, annemle babam birkaç kez söylediği halde kurtarılmadığını görünce büyük bir düş kırıklığı ve şaşkınlığa gömülürdüm.Gece yatağımda, adam aklıma gelirdi, düşüncelere dalardım.Yoldaşlarının onu vurmasını aklım almıyordu.Adamcağız her şeyi iyice açıklamıştı ne de olsa: ben olsaydım ona ateş etmezdim.Ölüm anlaşılmaz br şeydi benim için, yasını tuttuğum ilk ölüm bu oldu.
---
Dersi şu sözlerle sona erdirdi: "Kendi kendine tekrarla.Tek bir cümleyi bile unutmamalısın.Bir tek tanesini bile.Yarın devam edeceğiz"
Kitap onda kaldı, ben, tek başıma şaşkın kalakaldım.
---
Sonra babamın iyi yürekliliğini gösteren sayısız öykünün anlatılmasına geçilirdi, yüz kez dinlediğim ve tekrar anlatılmasını istediğim öykülerdi bunlar; kaç kişinin elinden tutmuştu, hatta, hiç kimse bilmesin diye anneme bile söylemeden yaptığı iyilikler..Annem bunları öğrenip de azarlarcasına "Jacques, gerçekten yaptın mı?Biraz fazla olmuyor mu?" diye sorduğunda, "Bilmem" dermiş babam, "anımsamıyorum"
"Biliyor musun" diyordu annem, gerçekten de unutmuş olurdu.Öyle iyi bir insandı ki, yaptığı iyilikleri unuturdu.Hafızası zayıf olduğundan falan değil.Bir oyunda rol almış olsa, aylar sonra bile unutmaz rolünü.Babası kemanını elinden alıp da butica'da çalışmaya zorladığında ne büyük bir yanlış yaptığını da unutmadı.Benim nelerden hoşlandığımı hiçbir zaman unutmaz, istediğimi bir keresinde belli belirsiz ağzımdan kaçırdığım bir şeyi yıllar sonra bile olsa alır getirirdi.Ama bir iyilik yapmışsa, bunu giz olarak saklardı, sır saklamada öyle ustaydı ki, kendisi bile unuturdu.
---
Yırttığı her resme acırdım, beni hiçbir şey, üzerinde resim ya da yazı bulunan herhangi bir kağıdı yırtmak kadar üzemezdi.Bunu çarçabuk ve hiç çekinmeden, hatta ve hatta, neşe içinde yaptığını görmek yüreğimi hoplatırdı.Evde, sanatçıların genellikle böyle yaptığı söylendi bana.
---
Odadan çıktım.Hans ile Nuni'nin yanına geldiğimde, küçük kız gene bir alıntı yapıyordu: "Kötü insanların türküsü yoktur." der babam.
---
Bir zafer şarkısı söylemeyi ne kadar isterdim o an, ama yalnızca savaş şarkıları biliyordum ve onları hiç sevmiyordum.
---
"Evet, evet" dedi."Bunu bilmende yarar var.Çok geçmez, bazı yazarların yaşamlarını ödünç aldığını anlayacaksın.Shakespeare gibileriyse, onu yaşarlar"
---
Çocukluğu yaşanmaya değer kılan hayvanlarla beni haşır neşir eden babam olmuştu.Hayvanların taklidini yapardı.İngiltere'deki bütün çocuklar gibi bizim de bahçede beslediğimiz minik kaplumbağa kılığına bile girerdi.Sonra her şey ansızın kesilivermişti.Altı yıldır annemin, içinde hayvanların bulunmadığı dünyasında yaşamaktaydım.Yaşamımıza büyük insanlar oluk oluk akıyordu ama hiçbirinde hayvan yüzü takılı değildi.Yunan tanrılarını ve kahramanlarını tanıyordu, ama gene de insanları onlara yeğ tutuyordu: hayvan bedenli Mısır tanrılarını yetişkin yaşıma dek tanımadım.
---
Bir gün mezbahaya götürecekti bizi.Gezi gününden önce birkaç ders boyunca bize bilgi verdi,
hayvanlara acı çektirmediklerini tekrar tekrara açıkladı, eskiden olduğu gibi değil de, çabucak, acısız ölüyordu hayvanlar.Bu bağlamda hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini açıklarken, "insancıl" sözcüğünü kullanarak daha ileri gitti hatta.Ona öyle büyük saygı duyuyordum, ondan öyle hoşlanıyordum ki, bu biraz abartılı hazırlık dönemini, bir bildiği vardır, diye ona karşı hiçbir eleştiri yapmaksızın kabullendim.Bizi kaçınılmaz bir şeye alıştırmak istediğini hissettim.Gezinin çok öncesinden bunca zahmetlere katlanması hoşuma gitti.Bunun yerinde Letsch olsaydı diye düşünüyordum, hemen mezbahaya gidileceği buyruğunu verir ve en duyarlı konuları, sorunları en kaba yöntemlerle, kimseyi umursamadan geçiştirmeye çalışırdı.Gene de giderek yaklaşan gezi gününden ödüm kopuyordu.İyi bir gözlemci olan ve hayvanlar konusunda bile gözünden hiçbir şey kaçmayan Fenner, inatla göstermemeye çalıştığım ve alay ederler korkusyula sınıfta hiç kimseye sözünü etmediğim korkumu hissetti.
Gezi günü, salhaneyi gezerken yanımdan hiç ayrılmadı.Bütün bölümleri, hepsi de hayvanların iyiliği için yapılmışçasına bir bir açıkladı bize.Sözcükleri benimle gördüklerim arasında kendi kendime açıklayamadığım bir koruyucu tabaka oluşturuyordu sanki.Bugün bu konuyu düşünürken, onu, ölüme inanan birinin inancını değiştirmeye çabalayan bir rahip gibi gördüğümü hissediyorum.Benim korkum arasında bir zırh oluşturmaya yarasalar da, sözleri ilk kez bana merhem etkisi yapıyordu.Başardı, her şeyi sakin bir şekilde gözledim, hiçbir duygusal taşkınlık göstermedim.Ancak hemen sonra her şeyi berbat eden bir şeyi göstermesiyle bilimi bir yana savruldu, kendisi bir yana, başarısıyla övünmesine fırsat kalmadı.Önümüzde az önce kesilmiş, organları apaçık görünen bir koyun uzanmaktaydı.Su torbasında, minicik, iki-üç santim boyunda bir yavru yüzmekteydi, başı ve ayakları gayet iyi seçilebiliyordu, ama cisim, bütünüyle şeffaftı.Belki de fark etmeden geçecektik önünden ama o bizi durdurdu ve o yumuşak, heyecansız sesiyle görmekte olduğumuz nesneyi açıklamaya başladı.Hepimiz etrafında toplanmıştık, gözlerini benden kaçırıyordu.Bu kez ben gözümü ondan ayırmadım ve duyulur duyulmaz bir sesle "Cinayet" dedim.Daha yeni bitmiş olan savaş bu sözcüklerin ağzımdan zorluk çekmeden dökülmesinde rol oynamıştı, ama sanırım o anda kendimden geçmiş bulunuyordum.Öğretmen sözcüğü duymuş olsa gerek ki, beklenmedik şekilde sözümü kesti ve "Evet, şimdi her şeyi görmüş olduk." dşyerek başka bir yerde durmaksızın bizi mezbahadan çıkardı.Belki de gerçekten bize göstermek istediği başka bir şey yoktu, ama hızla yürüyordu, bir an önce buradan çıkmamınız istiyordu.
Ona olan güvenim sarsılmıştı.Defterlerin kapağı açılmıyordu.Artık çizim yapmıyordum.Kendisi bunu biliyor, sınıfta hiç çizim yapmamı ya da defterimi göstermemi istemiyordu.Ödevlere bakmak için sıra aralarında dolaşıp çizimleri eleştirir, düzeltirken benim defterim önümde kapalı duruyordu.Bana bakmıyordu bile; deslerinde ağzımı açmadım bir daha, daha sonra yaptığı gezilere hasta olduğum bahanesiyle katılmadım.Bizden başka kimse anlamadı ne olup bittiğini; beni anlamıştı sanıyorum.
Bugün yapım gereği asla kurtulamayacağım bir şeyden kurtulmama yardım etmeye çalıştığını çok iyi anlıyorum.Mezbahaya bu amaçla götürmüştü bizi.Çoğu insana olduğu gibi ona da anlamsız gelmiş olsaydı, kısa süre sonra tekrar götürmezdi sınıfı.Eğer bugün-doksan ya da yüz yaşında- hala bu dünyadaysa, önünde eğildiğimi bilmesini isterim.
---
Hazine Sandığı'nda okuduğum ilk sözcükler sıcak duygular uyandırdı bende; başka okurlara garip görünebilecek şeyler, sanki benim memleketimin aynısı bir yerde yaşanmış gibi hiç yabancı gelmiyordu bana.Belki de bu yüzden öyküden çıkarılacak dersi kendime çok yatkın bulmuştum: "İnsan, belki bir düşmanla karşılaşırım diye, yürekte kin, cepte taş taşımamalıdır."
Kurtarılmış Dil
Bir Gençliğin Öyküsü
Elias Canetti
---
Bulgaristan'dayken sık sık Almanca duymuş ve anlamadığım halde gizlice konuşmuştum da; ama ilk kez bir şey benim için çevriliyordu, gerçek anlamda öğrendiğim ilk Almanca sözcükler, "Çalılıkta Mezar" şarkısının sözleriydi.Şarkı, ordudan kaçtıktan sonra yakalanan ve kendisini kurşuna dizecek olan yoldaşlarının karşısında dikilmiş bulunan birini anlatıyordu.Kaçmasına yol açan şeyi anlatıyordu kaçak asker, sanırım anayurdunda söylenen bir şarkıydı bu.Şarkı, "Elveda ey kardeşler, işte bağrım, vurun." sözleriyle sona eriyordu.Sonra bir silah sesi duyuluyor ve çalılıktaki mezarla üzerindeki güllerden sözediliyordu.
Silah sesini titreyerek beklerdim, asla eksilmeyen bir heyecandı bu.Şarkıyı tekrara tekrar dinlemek ister, babama asılır, asılırdım; o da arka arkaya iki üç kez söylerdi.Her cumartesi eve geldiğinde, daha armağanlarımızı bile çıkarmasını beklemeden "Çalılıktaki Mezar"ı söyleyip söylemeyeceğini sorardım."Bakalım" derdi.Ama aslında kararsızdı çünkü şarkıya böylesine tutkun olmam onu rahatsız etmeye başlamıştı.
Kaçağın gerçekten ölmüş olduğuna inanmak istemezdim; kurtarılmasını dilerdim, annemle babam birkaç kez söylediği halde kurtarılmadığını görünce büyük bir düş kırıklığı ve şaşkınlığa gömülürdüm.Gece yatağımda, adam aklıma gelirdi, düşüncelere dalardım.Yoldaşlarının onu vurmasını aklım almıyordu.Adamcağız her şeyi iyice açıklamıştı ne de olsa: ben olsaydım ona ateş etmezdim.Ölüm anlaşılmaz br şeydi benim için, yasını tuttuğum ilk ölüm bu oldu.
---
Dersi şu sözlerle sona erdirdi: "Kendi kendine tekrarla.Tek bir cümleyi bile unutmamalısın.Bir tek tanesini bile.Yarın devam edeceğiz"
Kitap onda kaldı, ben, tek başıma şaşkın kalakaldım.
---
Sonra babamın iyi yürekliliğini gösteren sayısız öykünün anlatılmasına geçilirdi, yüz kez dinlediğim ve tekrar anlatılmasını istediğim öykülerdi bunlar; kaç kişinin elinden tutmuştu, hatta, hiç kimse bilmesin diye anneme bile söylemeden yaptığı iyilikler..Annem bunları öğrenip de azarlarcasına "Jacques, gerçekten yaptın mı?Biraz fazla olmuyor mu?" diye sorduğunda, "Bilmem" dermiş babam, "anımsamıyorum"
"Biliyor musun" diyordu annem, gerçekten de unutmuş olurdu.Öyle iyi bir insandı ki, yaptığı iyilikleri unuturdu.Hafızası zayıf olduğundan falan değil.Bir oyunda rol almış olsa, aylar sonra bile unutmaz rolünü.Babası kemanını elinden alıp da butica'da çalışmaya zorladığında ne büyük bir yanlış yaptığını da unutmadı.Benim nelerden hoşlandığımı hiçbir zaman unutmaz, istediğimi bir keresinde belli belirsiz ağzımdan kaçırdığım bir şeyi yıllar sonra bile olsa alır getirirdi.Ama bir iyilik yapmışsa, bunu giz olarak saklardı, sır saklamada öyle ustaydı ki, kendisi bile unuturdu.
---
Yırttığı her resme acırdım, beni hiçbir şey, üzerinde resim ya da yazı bulunan herhangi bir kağıdı yırtmak kadar üzemezdi.Bunu çarçabuk ve hiç çekinmeden, hatta ve hatta, neşe içinde yaptığını görmek yüreğimi hoplatırdı.Evde, sanatçıların genellikle böyle yaptığı söylendi bana.
---
Odadan çıktım.Hans ile Nuni'nin yanına geldiğimde, küçük kız gene bir alıntı yapıyordu: "Kötü insanların türküsü yoktur." der babam.
---
Bir zafer şarkısı söylemeyi ne kadar isterdim o an, ama yalnızca savaş şarkıları biliyordum ve onları hiç sevmiyordum.
---
"Evet, evet" dedi."Bunu bilmende yarar var.Çok geçmez, bazı yazarların yaşamlarını ödünç aldığını anlayacaksın.Shakespeare gibileriyse, onu yaşarlar"
---
Çocukluğu yaşanmaya değer kılan hayvanlarla beni haşır neşir eden babam olmuştu.Hayvanların taklidini yapardı.İngiltere'deki bütün çocuklar gibi bizim de bahçede beslediğimiz minik kaplumbağa kılığına bile girerdi.Sonra her şey ansızın kesilivermişti.Altı yıldır annemin, içinde hayvanların bulunmadığı dünyasında yaşamaktaydım.Yaşamımıza büyük insanlar oluk oluk akıyordu ama hiçbirinde hayvan yüzü takılı değildi.Yunan tanrılarını ve kahramanlarını tanıyordu, ama gene de insanları onlara yeğ tutuyordu: hayvan bedenli Mısır tanrılarını yetişkin yaşıma dek tanımadım.
---
Bir gün mezbahaya götürecekti bizi.Gezi gününden önce birkaç ders boyunca bize bilgi verdi,
hayvanlara acı çektirmediklerini tekrar tekrara açıkladı, eskiden olduğu gibi değil de, çabucak, acısız ölüyordu hayvanlar.Bu bağlamda hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini açıklarken, "insancıl" sözcüğünü kullanarak daha ileri gitti hatta.Ona öyle büyük saygı duyuyordum, ondan öyle hoşlanıyordum ki, bu biraz abartılı hazırlık dönemini, bir bildiği vardır, diye ona karşı hiçbir eleştiri yapmaksızın kabullendim.Bizi kaçınılmaz bir şeye alıştırmak istediğini hissettim.Gezinin çok öncesinden bunca zahmetlere katlanması hoşuma gitti.Bunun yerinde Letsch olsaydı diye düşünüyordum, hemen mezbahaya gidileceği buyruğunu verir ve en duyarlı konuları, sorunları en kaba yöntemlerle, kimseyi umursamadan geçiştirmeye çalışırdı.Gene de giderek yaklaşan gezi gününden ödüm kopuyordu.İyi bir gözlemci olan ve hayvanlar konusunda bile gözünden hiçbir şey kaçmayan Fenner, inatla göstermemeye çalıştığım ve alay ederler korkusyula sınıfta hiç kimseye sözünü etmediğim korkumu hissetti.
Gezi günü, salhaneyi gezerken yanımdan hiç ayrılmadı.Bütün bölümleri, hepsi de hayvanların iyiliği için yapılmışçasına bir bir açıkladı bize.Sözcükleri benimle gördüklerim arasında kendi kendime açıklayamadığım bir koruyucu tabaka oluşturuyordu sanki.Bugün bu konuyu düşünürken, onu, ölüme inanan birinin inancını değiştirmeye çabalayan bir rahip gibi gördüğümü hissediyorum.Benim korkum arasında bir zırh oluşturmaya yarasalar da, sözleri ilk kez bana merhem etkisi yapıyordu.Başardı, her şeyi sakin bir şekilde gözledim, hiçbir duygusal taşkınlık göstermedim.Ancak hemen sonra her şeyi berbat eden bir şeyi göstermesiyle bilimi bir yana savruldu, kendisi bir yana, başarısıyla övünmesine fırsat kalmadı.Önümüzde az önce kesilmiş, organları apaçık görünen bir koyun uzanmaktaydı.Su torbasında, minicik, iki-üç santim boyunda bir yavru yüzmekteydi, başı ve ayakları gayet iyi seçilebiliyordu, ama cisim, bütünüyle şeffaftı.Belki de fark etmeden geçecektik önünden ama o bizi durdurdu ve o yumuşak, heyecansız sesiyle görmekte olduğumuz nesneyi açıklamaya başladı.Hepimiz etrafında toplanmıştık, gözlerini benden kaçırıyordu.Bu kez ben gözümü ondan ayırmadım ve duyulur duyulmaz bir sesle "Cinayet" dedim.Daha yeni bitmiş olan savaş bu sözcüklerin ağzımdan zorluk çekmeden dökülmesinde rol oynamıştı, ama sanırım o anda kendimden geçmiş bulunuyordum.Öğretmen sözcüğü duymuş olsa gerek ki, beklenmedik şekilde sözümü kesti ve "Evet, şimdi her şeyi görmüş olduk." dşyerek başka bir yerde durmaksızın bizi mezbahadan çıkardı.Belki de gerçekten bize göstermek istediği başka bir şey yoktu, ama hızla yürüyordu, bir an önce buradan çıkmamınız istiyordu.
Ona olan güvenim sarsılmıştı.Defterlerin kapağı açılmıyordu.Artık çizim yapmıyordum.Kendisi bunu biliyor, sınıfta hiç çizim yapmamı ya da defterimi göstermemi istemiyordu.Ödevlere bakmak için sıra aralarında dolaşıp çizimleri eleştirir, düzeltirken benim defterim önümde kapalı duruyordu.Bana bakmıyordu bile; deslerinde ağzımı açmadım bir daha, daha sonra yaptığı gezilere hasta olduğum bahanesiyle katılmadım.Bizden başka kimse anlamadı ne olup bittiğini; beni anlamıştı sanıyorum.
Bugün yapım gereği asla kurtulamayacağım bir şeyden kurtulmama yardım etmeye çalıştığını çok iyi anlıyorum.Mezbahaya bu amaçla götürmüştü bizi.Çoğu insana olduğu gibi ona da anlamsız gelmiş olsaydı, kısa süre sonra tekrar götürmezdi sınıfı.Eğer bugün-doksan ya da yüz yaşında- hala bu dünyadaysa, önünde eğildiğimi bilmesini isterim.
---
Hazine Sandığı'nda okuduğum ilk sözcükler sıcak duygular uyandırdı bende; başka okurlara garip görünebilecek şeyler, sanki benim memleketimin aynısı bir yerde yaşanmış gibi hiç yabancı gelmiyordu bana.Belki de bu yüzden öyküden çıkarılacak dersi kendime çok yatkın bulmuştum: "İnsan, belki bir düşmanla karşılaşırım diye, yürekte kin, cepte taş taşımamalıdır."
Kurtarılmış Dil
Bir Gençliğin Öyküsü
Elias Canetti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder