6 Temmuz 2015 Pazartesi

wong kar-wai ve kawaii kültürü, filmler ve rüyalar, thorsten botz-bornstein



...Wong Kar-wai'nin filmlerini hangi mantığa (veya hangi kültürel uzama) mal edebiliriz?Benim bu soruya verdiğim yanıt şöyle: dandylik yanlısı pan-Asyacılık mantığına.Bu kültürde kapitalizm parodileştirilmiştir, iyiler ve kötüler kendilerinin klonlanmış hayali ikizleri gibidir ve Asya da sadece mnem'den, yani yönetmenin "Asya"ya dair kendi kişisel belleğinden süzülerek canlandırılır.

 ...
Wong Kar-wai ne Asyalı ne de batılı sayılır; Japon felsefeci Naoki Sakai'ye göre, "somutlaştırılamayan bir tedirginlik 'hissi' veya haz ilkesinin yönetimindeki bir uzamsallaşmış zaman ekonomisinin içermesinin mümkün olmadığı bir tekinsizlik hissi tarafından belirlenen tuhaf bir kültürel farklılığın tam ortasında yer alır.Bunun, çağdaş "pan-Asya" kültürünün ayırt edici özelliklerinden biri olduğunu düşünüyorum.

...
Wong'un ayrıntılara yoğunlaşması, hikayelerin serbest montajı görüntülerle deney ve karakterlerin belli bir dramatik yapıya yerleştirilmemesi, birbirinden kopuk olması, bu filmin rüyaya benzemesini sağlar.Paul Valery "Rüyalar sadece başlangıçlardan müteşekkildir." demiştir.Wong öyküler anlatmaz, sadece farklı hayat biçimlerinden bölük pörçük parçalar gösterir.


Wong, hiçbir zaman "gerçek" olma şansını yakalayamamış insan ilişkileri ağına, "gerçek hayata" ait unsurların sızmasına bazen izin verir: örneğin vahşi gangster hayatı.Ama bu bile gerçek gibi görünmez.Dövüş sahneleri ağır çekim olduğu için değil, bir mekanda geçmediği, belli bir yere ait olmadığı için rüya sekanslarını andırır.Filmin tesis ettiği özdüşümsellik, bize bunun sadece bir sahne olduğunu düşündürür.Wong'un melodramı soyuttur: Bizatihi melodram olmayı veya metafizik bir statüye sahip bir melodram olmayı hedefler.


Wong-Kar-Wai ve Kawaii Kültürü
Filmler ve Rüyalar (Tarkovski, Bergman, Sokurov, Kubrick ve Wong Kar-Wai)
Thorsten Botz-Bornstein

puslu kıtalar atlası, ihsan oktay anar, ilban ertem


Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar
İlban Ertem Çizgileriyle...



İlban Ertem, Puslu Kıtalar Atlası, Çizim Serüveni


suda balık yan gider, nevzat karakış


 Suda Balık Yan Gider / Nevzat Karakış



Erzurum/Hınıs-Hayriye Temizkalp-Muzaffer Sarısözen
---
Suda Balık Yan Gider, Yandım Aman Aman Aman.
Açma Yarem Kan Gider.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle.

Buna Tabip Neylesin, Yandım Aman Aman.
Ecel Gelmiş Can Gider.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle.

Su Başı Duman Oldu, Yandım Aman Aman Aman.
Hallerim Yaman Oldu.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle.

Bana Dert Açan Dilber Yandım Aman Aman Aman.
Ellere Derman Oldu.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle. 


ikiilebir, reha çamuroğlu

Bir tek bizim kültür kuşağımızda var şu mahut narkotiğe 'esrar' denilmesi.Esrar yani sırlar.Sırları çözmenin yolu onları yakmaktan geçiyor kısacası.Bütün bu sarmalandığım anlamsızlık içinde hiç korkum yok.Bütün tehlikelere girer, esrarı yakarım.Yakar ve yok ederim.Ya da yanar ve yok olurum.
---
Seni kölelikten koruyamayan irfanı ben yemem oğlum!
---
Bozkırı bölen, Tanrı'nın çayırlarının ortasına duvar kuran bu şehirleri, bendini dağıtan bir su gibi dümdüz edip geçtiğimizde, içimizden gelen ulumanın, sesine olsun dayanabilir miydi?
---
Bağdat Kütüphanesi'nin ve içindeki binlerce kitabın yakılışını anlatmıştı Büyük Baycu."Sanki" diyordu, "yakılan her kitap yaprağı ayrı bir ses çıkarıyor, hatta çığlık atıyor, içine hapsedilmiş ruhu serbest bıraktığımız için bize teşekkür ediyordu...Kopuz çaldık başlarında, çökür çaldık, kımız içtik.Neşelerini paylaştık.Onlar değil, sanki biz yükseliyorduk göklere.
---
Bin yılda hapsettiklerini bir günde serbest bırakmıştık.Küller yüzüme, bıyığıma sakalıma sürtünüp geçiyor, sanki hoşça kal demeden önce beni okşuyorlardı.
---
İlk gençliğim miydi, yoksa çocukluğumun son günleri miydi, tam hatırlamıyorum, işte o yıllarda gördüğüm ve hiç unutmadığım, unutamadığım birkaç kare fotoğrafı yeniden hatırlamamdı utanma nedenim.Vietnam Savaşı'nın son yıllarıydı yanlış hatırlamıyorsam.Saygon'da bir meydanda çekilmiş birkaç kare fotoğraf.Bu derviş-rahiplerden birini gösteriyordu.Meydana gelişini, Buddha gibi oturuşunu, sürüp gitmekte olansavaşa karşı birkaç basit ve sakin söz söyleyişini, arkadaşlarının onun üzerine bidonlarla benzin döküşünü...Sonra bir göz işaretiyle kibrit çakışlarını...Alevler içinde oturuşuna devam edişini...Canı kalmayana kadar verişini...Artık sadece kömürleşmiş bir kalıp olduğunda, sanki o kalıp dahi iradesinin emrindeymişcesine, yine Buddha oturuşunu bozmaksızın yana devrilişini...Devrilmiş bedenden etrafa yayılan kıvılcımları...Senelerce bu sahneler üzerinde düşünmüştüm.Her aklıma gelişinde farklı "ben"ler olarak farklı yönlerinden düşünmüştüm.İlk gördüğümde bu birkaç kareyi, bir Marksist'tim.Din üzerine herhengi bir kafa yormuşluğum yoktu.Metafizik ise lanetli bir kavramdı benim için.Pekşi ne oluyordu da bu din adamı "bizim kavgamız" için kendisini bu kadar kahramanca, bu kadar mütevazi bir tavırla feda ediyordu?Vietnam Savaşı'nı yakından izliyordum.Bu, her Marksistin görevi olmalıydı.Amerika Birleşik Devletleri'nin bu savaşta bir Vietnam direnişçisi öldürebilmek için bir milyon dolar harcadığını da biliyordum."Kendini yakacağına gerillaya katılsaydı ya!" böyle diyordum...Sonra ben değiştim.O değişemezdi.O "Nirvana"sındaydı.Onun için değişim bitmişti.Bitmiş miydi?Neyse bu başka bir bahis.Evet, ben değiştim, en azından bunu biliyorum.Artık, "Gerillaya katılsaydı ya!" demiyordum.Biliyordum ki o Amerikalıları kınıyordu -daha ağır bir sözcük değil, sadece kınamak, bunu bilerek isteyerek kullanıyorum- ama Vietnam direnişçilerini de kınıyordu.O öldürmek istemiyordu.Kınadığını söylemek istiyordu, insanlık denilen bu durumu kınadığını söylemek...İki tarafa da benzemek istemiyordu.Onun kendi yolu vardı.Bin gerilla gücünde bir barış ejderhasının kendi insanlığını yakarak yaptığı bir kınamaydı bu.Evet, sadece bir kınama.
---
Biz kötü bir şey yapmadık Baba, biz sadece Gök Tanrı'nın çayırlarında at koşturduk.Bize 'giremezsiniz' dediler, girdik.'Bozamazsınız' dediler, 'Siz bozmadınız mı?' dedik ve bozduk.Ezelden beri, binlerce senedir atalarımız çayırlarda at koşturur, görülmüş müdür bir taşı diğerinin üzerine koydukları?Bozan kim biliyor musun?Bozan, taşı taşın üzerine koyandır.Biz geldik ve eski haline getirdik.
---
Burada yaşayan insanların belki de tek suçları toprağın karnını yarmak olmuştu.
---
Kierkegaard diye bir arif vardır.Kırk iki yaşına gelince bütün yazabileceği eserleri yazdığını hisseder ve ölmeye yatar.Onun gibi bir şey.Ne söylediklerim yeni, ne de yaptıklarım.Üstelik yaptığım ya da söylediğim anda hepsi daha da anlamzsız geliyordu.
---
"Hep yeni tepelere yürüdüm biliyorsun" diyerek kestim sözünü."Hep yürüdüm.Hayyam'ı bilir misin bilmem.Geldi mi bu taraflara sözleri?Ama onun dediği gibi yaptım bir müddet sonra.'Tam yatmasın aklın hiçbir şeye' dedim kendi kendime.Aklımın kölesi olmamaya çalıştımYeni tepelerin arkasını kurcaladım.Yeni seyirlere koştum durmadan.Her seferinde ilk yavuklumun elini ilk kez tuttuğumda duyduğum gibi bir heyecan duydum.Bedenim titremelere tutuldu.Sonra yoruldum galiba.Evet!Evet!En doğru kelime bu.Yoruldum Barak.Yoruldum yahu!

İkiilebir
Reha Çamuroğlu

hans miklas, mephisto (1981), ıstvan szabo


Herkesin 
önünden sıvışmayı sevdiği kapıları 
kırmaya cesaret et!
Goethe/Faust










 Hans Miklas




Mephisto (1981)
Istvan Szabo

der himmel über berlin (1987), wings of desire, wim wenders


"Çocuk, çocukken 
kollarını sallayarak yürürdü.
Derenin ırmak olmasını isterdi...
ırmağın da sel...
ve şu birikintinin de deniz olmasını.
Çocuk çocukken...
çocuk olduğunu bilmezdi.
Her şey yaşam doluydu.
Ve tüm yaşam birdi.

 
Çocuk çocukken...
hiçbir şey hakkında fikri yoktu.
Alışkanlıkları yoktu.
Bağdaş kurup otururdu.
                                                             Sonra koşmaya başlardı.
                                                       Saçının bir tutamı hiç yatmazdı,
                                                  ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi."




 
                   " Zaman her yarayı iyileştirir.Ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa?"


"Mississippi deltası.Stromboli.harlottenburg'un eski evleri.Albert Camus.Sabah güneşi.
Bir şelalede yüzebilmek...Yağmurun ilk damlalarının lekeleri.Güneş.Ekmek ve şarap.
Sek sek oyunu.Paskalya.Yaprakların damarları.Rüzgarda dalgalanan otlar.
Taşların renkleri.
Bir derenin dibindeki taşlar..."



Der Himmel Über Berlin (1987)
Wings of Desire
Wim Wenders

sokak köpekleri & nihat genç


Birkaç yıl önce, kendisine benzetemediği herkesin ölümünden sonra, "Bunların namazı da kılınmaz" lakırdısı yapanlar vardı da, Nihat Genç çıkıp "Bırakın lan, sokak köpekleri çıkar gelir cenazemize, o yeter!" diye bağırmıştı epey.Enseyi karartmamak lazım.

dağların adamı barnabo, dino buzzati

O kayaların birisinin zirvesinde Berton'un şapkası hala asılı duruyor.Rüzgarda bir sağa bir sola oynayan tüy, şapkanın üzerinde.Az sonra kopup gidecek, iyi bakın kopup gidecek.
---
Gölgeler ormanları doldurdu, kayalıklara doğru yükseliyor; az miktardaki bulut, gökyüzünün maviliğinde ortadan kayboluyor.Vadilere de karanlık çöktü ve gece esen rüzgarlar seslerini duyurmaya başladı.Dallar oynaşıyor.Ufacık otlar bile uyuma hazırlığı içinde gıcırdıyor.Kuş sesleri durdu.
---
Barnabo şimdi de geçen zamanı ona hatırlatan, yüksek tepelerden bir şeyleri içinde taşıyan her ne olursa olsun telaşla ve kör bir ümitle arıyor.Baş parmağındaki yaraya bile sevgi duyuyor; zirvedeki kayalar yaralamıştı onu.Çoktan kapanmış ve kurumuş yaraya bakıyor.Bu iz hemen yok olursa çok yazık olacak.Bu yüzden yaranın iki kenarını açıyor, deriyi çekip kopartıyor ve birkaç damla kan çıkmasını sağlıyor.İki gün önce, Polveriere Tepesi'nin kayalıklarında olduğu gibi.Yarayı yeniden açmakla geçmişe döndüğü, zamanı geri çevirdiği, hala geçmişte olduğu izlenimini yaşıyor: Kimselerin gidip görmediği zirveden dönen muzaffer Barnabo!
---
Barnabo kargayı omzuna aldı.O zavallı hayvancık dağları hatırlatacaktı.O da dağları iyi biliyordu, uçsuz bucaksız kayalıkları...Ah şu karga keşke konuşabilseymiş!
---
Unuttuğu o ayıbı kalbinde yeniden belirtmişti.Barnabo kırlara, yeşil ovalara sığınmıştı ve belki de hayatını bezgin bir nafile bekleyiş içerisinde tüketmesi gerekecekti.
---
Her şey zaman içerisinde yok olacaktı; aptalca utancı, karga, Bersaglio Kasabası, Berton'un yola çıkışı...Her sabah güneş dağları aydınlatacaktı.Sonbahar gelecek, kar yağacak, sonra da ilkbahar şarkıları söylenecekti.

Rahatlıkla temizleyebileceği dört düşmanı birkaç metre uzaklıkta; oysa Barnabo, kılını kıpırdatmaksızın durduğu yerden, hayatını dolduran o nafile kederleri düşünüyor.Boş kalan yeni evi, lambasının ışığında huzur içinde geçirdiği akşamları ve günlere eklenen günleri düşünüyor; ağaçlar arasında yankılanan rüzgarı bile duyar gibi oluyor.

Dağların Adamı Barnabo
Dino Buzzati

yanlış hayat & tolstoy'un vicdanı, sessizin payı, nurdan gürbilek

"Elimi kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağı, her şeyi itiraf edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı yapacağım" dedi.

Tolstoy, Diriliş




"Doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru yaşanamaz' iddiasıyla mı yetineceğiz?"

Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları

 
...Tolstoy, son otuz yılını "yalan üzerine kurulu yaşamı"nı  dönüştürmeye çalışarak geçirdi.Çabanın uzun yıllara yayılmasının nedeni, dönüştüreceği hayatın artık yalnızca kendi hayatı olmamasıydı...

..."Belki de söylenebilecek tek şey" der Adorno son derste, "bugün doğru hayatın, en ileri zihinlerin iç yüzünü görüp eleştirel olarak teşrih ettikleri yanlış hayat biçimlerine direnmekten ibaret olduğudur." Son dersin son cümlesi şudur: "Bugün ahlak dediğimiz her şey dünyanın organizasyonu meselesiyle iç içe geçer.Hatta doğru hayat arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile söyleyebiliriz."

Bu derslerden geriye, Adorno'nun elli yıl önce öğrencilerine sorduğu, bugün bizi de uğraştırmaya devam eden sorular kaldı: Bazen adaletsizliğin tam da kendini doğru, başkalarını yanlış gördüğümüz noktada ortaya çıkabileceğini fark etmemiş olabilir miyiz?Kendi sınırlarımız üzerinde düşünerek bizden farklı olanların hakkını vermeyi öğrenebilecek miyiz?Bir de yanlış hayat üzerine ahlak felsefesine yol gösterebilecek bazı saptamalar: Dünyayı değiştirmek için ona bulaşmamız gerekir; ona bulaşmaksa yanlışın bize de bulaşması demektir.Ne kadar radikal olursa olsun ahlaki eylem kendi imkansızlığını gizliyorsa yalan içerir.Bütünün çıkarıyla bireyinki arasındaki uzlaşmazlığı görmezden gelen bir ahlak kaçınılmaz olarak barbarlığa varır.Ahlaki davranış pekala gizlenmiş bir bencillikten, bir cezalandırma arzusundan, hatta düpedüz hınçtan kaynaklanabilir.Vicdan bizi her zaman vicdanlı bir yere götürmez."Bir vicdanımız olmalıdır, ama kendi vicdanımız üzerinde ısrar etmeyebiliriz."

Bugün vicdanı konuşurken keşke karşımızda Tolstoy kadar kuvvetli bir figür, o kadar rahatsız bir vicdan olsaydı.Madem yok, onunla tartışacağız.Yalnızca sadeliği ararken fazla gürültü çıkardığı için değil, yokluğu ulaşılması gereken bir varlıkmış gibi gösterdiği, ahlak probleminin, "dünyanın organizasyonu"yla iç içe geçtiğini görmezden geldiği için de doğruya uzak düşmüştü Tolstoy vicdanı.Keşke gerçeklerle doğrular arasındaki bağı koparıp atmasa, estetikle ahlakı birbirinden bu kadar uzaklaştırmasa, yeni bir dinsel öğreti kurmak yerine kendi doğrusu olmayan yanlışına Anna Karenina'nınkine baktığı gibi dimdik bakabilseydi Tolstoy.

"Evsizlere Sığınak"ta kendi evimizi ev olarak görmemenin ahlakın bir parçası olduğunu söylüyordu Adorno.Tolstoy için eklemek gerekir: Kendi evsizliğimizi ev olarak görmemek ahlakın bir parçasıdır.Bir çözüm değil, problem cümlesiydi Adorno'nunki: Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

Yanlış Hayat, Tolstoy'un Vicdanı
Sessizin Payı
Nurdan Gürbilek

thirty-two short films about glenn gould , glenn gould hakkında otuz iki kısa film, francois girard


Glenn Gould Plays Bach

"Bir gece aradığında konuşup duruyordu.Saat gece 1 civarlarıydı.Ben uykuma yenik düşmüşüm tabii.Aslında uykuya dalmadan önce halını üstünde uzanmış, telefonu şöyle koymuştum.Çünkü otura otura ağrı girdiği için uzanayım demiştim.Dur durak bilmeden konuşup duruyordu.İşte o sırada uyumuşum.Gözlerimi açtığımda oğlum odaya girmiş, ayaklarımdan dürtüyor."Uyansana, telefonda biri var." diyordu.Telefondaki Glenn'di ve hâlâ konuşuyordu.Ne kadar uyudum bilmiyorum.Ne anlatıyor onu da bilmiyordum.O sadece...kelimeler ardı ardına çıkıyordu ağzından."


"Çok aşırı şekilde kendisine bulaşmıştı.Kendini, kendi yaptıkları, kendi uğraşları yolunda tüketiyordu.Malının yarısını HEÖT'e bırakmıştı.Hayvan Eziyetini Önleme Topluluğu.
Diğer yarısını da Kurtuluş Ordusu'na.

Thirty-Two Short Films About Glenn Gould 
Glenn Gould Hakkında Otuz İki Kısa Film
Francois Girard

çamlıca'daki eniştemiz, abdülhak şinasi hisar

Kendi hareketlerimizin garabetinden gaflet ederek başkalarının yaptıklarında daima mantık aramak adetinden korunmalı ve kurtulmalıyız.
---
Çünkü kendini bilmeyen bir hafif delişmenlik bir nevi kurtuluştur.Hayal içinde yüzen insanlar belki etrafındakileri üzerler, fakat gördüğümüz hakikat değil, inandıkları hülya içinde kalarak kendilerini bu imanla kurtarırlar!
---
Başkalarının mütefekkirlerine tesir etmek için samimiyetin kafi gelmediğini, herkesin kendi mantığımızla düşünmediğini, insanların bir kısmının bizim ruhumuzla hiçbir alakaları olmadığını ve birçok şeylerin bu  bakımdan ne güç olduğunu anlarız.
---
Nerede sadakat beklersek orada ihanete uğrarız.Nerede kibarlık arasak orada bayağılığa rastlarız.Kime dostluk gösterirsek ondan sadakatsizlik görürüz.Gençliğimizin saffetli zamanlarında menfaatine yardım etmiş olduklarımıza, senelerden sonra, rast gelince geçmiş zamanların olgunlaştırdığı bir eski muhabbetle karşılanacağımızı sanarız ve yıllanmış bir kinle karşılaşırız.İnce birtakım vefakarlıklar uğruna çürüttüğümüzü gördüğümüz bir ömrün akşamında başkaları gizlendikleri bataklıklar içinden yılan başlarını kaldırarak bize ıslık çalarlar.Düşünmeyiz ki çektiğimiz onlara itimat etmiş saffetimizin cezası ve muhabbet göstermiş zaafımızın belasıdır.
---
Düşündükleri gibi yaşamak kahramanlığını gösteremeyen insanların çokları gibi yaşadıkları gibi düşünmeğe tenezzül etmezler de fikirleriyle hareketleri arasında tezattan tezada düşmekte mahzur görmezler.
---
Herkesin cehaleti bilmediği şeyler kadar da bildiğini sandığı şeylerden doğar.
---
Hayat bir hesap cetveli değil, mütemadi bir doğuş, oluş ve küçük küçük ölüşlerdir.
---
Yine bu adamlar sizin bildiğiniz bir mesele hakkında samimiyetle verdiğiniz izahata hiçbir kıymet atfetmezler de kendi söyledikleri rastgele her söz kendilerine bir vecize görünür.Bunların içinde muharrir olanları da vardır ki her hatırlarından geçeni yazıverirlerken bu fikirlere artık kati şekillerini vermiş olduklarını sanırlar.Bu yavan ve perişan sözleri size okuyunca sükutunuz karşısında, "Sanki neye beğenmiyor?Acaba anlamıyor mu?" diye şaşarlar.
---
Filhakika sinsi bir adamın hafif telmihlerle yazdığı şeyler daha ziyade inandırıcıdır ve bir şöhreti zehirlemeye daha ziyade yarar.
---
Mesela eniştemiz oyun oynamayı, bilhassa pokeri pek severdi.Fakat oynarken namaz vakti geldi mi, kağıtları masanın üstüne bırakır ve yakın bir yerde namaza dururmuş.Babam, amcam, komşu Şahin Paşa ve mösyö Timoni namazın bitmesini beklerler, "Hacı Bey'in deliliği yüzünden neler çekiyoruz!" derlermiş ve eniştemize sorarsanız, babam enfiye çeker, amcam lahavle çeker, Şahin Paşa tesbihini çeker ve Mösyö Timoni içini çekermiş!
---
Bazan bir ruhu kavramak için son derece iyi bir kalbe koşulu bir çift gözü görmek kafi gelir.
---
Çokluğun seviyesini aşanlar çok kere anlaşılmamaya mahkumdurlar.Ekseriyet hep kendi seviyesinde bir sözcük arar.Her meclis içinde en zekinin sözü en makulüdür, fakat herkes bunu anlayamaz.
---
İnsanlar hep yanlarındakilerin ruhlarını kemirerek ve kanlarını emerek yaşarlar.
---
Deli eniştemiz, Arapça'dan yana o kadar alim görünmek isterdi ki dilinin altında zikredecek hazır bir söz bulmasa, bunu kendi uydururdu.Bir gün intihar etmiş bir adamdan bahsolunurken, "El intihar eşeddi minen nar!" demişti ve anneannem ilk defa duyarak bir şeye benzetemediği bu söz karşısında "A! O da ne demek?" diye sorunca, eniştemiz, ciddiyetini bozmadan "İntihar ateşten de beterdir demek!" diye cevap verdi.
---
Komşular, bâzan, gece yarılarında, deli eniştemizin, köşkünde, perdeleri indirilmemiş pencereler önünden, dalgın bir eda ile elinde bir şamdan veya bir lâmba tutarak geçtiğini, dolaştığını uzakran hayal meyal seçerler, "Deli Vâmık Bey bu saatte acaba ne diye dolaşıyor, kim bilir?" derler ve şamdanını perdelere yakın veya lâmbasını çarpık tuttuğunu görerek bir yangın çıkarmasından korkarlarmış.
---
Eski insanların kendilerine meçhul olan dünya hudutları karşısındaki korkuları gibi bir his bana bazan eniştemizin hikayelerinin hikaye edilmez kısımlara vardığını duyururdu.
---
Zira hakikatle çarpışan hangi bir hayal vardır ki kırılmasın.
---
Canımızı yakmış olanları mazur görerek onlara bir daha itimat etmekten bizi men eden daima en derin ve en emin duygumuz olan nefsimizi müdafaa kaygımızdır.Talihlerini birleştirip bir arada yaşayanlar arasında çok kere o kadar kırgınlık olur, bezginlik öyle çoğalır ki bunların artık birbirlerine karşı tövbe kapıları tamamen kapanır.
---
Halama, tekrar aldanmasına kocasına barışmasına mani olarak, yalnızlığı tercih ettiren sebep tabiatlardaki adiliklerin ıslah edilemeyeceği hakkındaki kanaatıydı.Bunları değiştiremez, belki ancak şerlerinden kendimizi koruyabiliriz.
---
Çoğumuzu öldüren, yabancıların gözlerine görünemeyecek kadar küçük birtakım sebeplerdir.Bizi hayatımız boyunca sürükleyen o kör, sağır ve dilsiz kuvvetlerimiz çok kere kendilerine muhalif unsurların hücumuna maruz kalır ve başkalarının nefesleriyle zehirlenerek kendimize düşman bir havaya kurban oluruz.
---
Her canavar, böyle, maruz kaldığı muhtelif rüzgarlardan zehirlenir.Ejderhaları çıldırtan hafif meltemler vardır.Felaket ve saadetimize sebep olan, hep duygularımızın ince birtakım nüktelerinden ibarettir.Hepimizi öldüren, çok kere, hayatın, yabancıların, ekseriyetin ve talihin mümessilleri gibi telakki ettiğimiz birtakım unutkanlıklar, ihmaller ve tekasüllerdir.İnsanları öldüren, başkalarının gözlerine görünemeyecek kadar küçük birtakım nezaketsizliklerdir.
---
Hayatımız sırf maddi olduğu iddia edilen bir dünyada değil, gönlümüzdeki kâh cennetleşen ve kâh cehennemleşen bir alemde geçer.
---
Herkesin hakikat diye telakki ettiği görünüşü herkes başka türlü görmeye mahkumdur.Hiç kimse yoktur ki dünyayı biraz kendine çekmesin.Zira gözlerimiz hakikat dediğimiz bu dünyayı gördüğü anda onu derhal kendimize göre tahrif etmeye başlar.
---
Bu ücra yerlerde öksüz çocuklar gibi kaldık! Rüzgardan başka hatırımızı soran yok!
---
Halamın o kadar melekane bir sabrı vardı ki, eğer Bahariye Mevlevihanesi şeyhinin bizde bulunduğu bir gece, onun çaldığı neyi dinlerken mehtaba karşı nasıl uzun uzun ağladığını görmemiş olsaydım, hakkında bütün işittiklerime ve bildiklerime rağmen buhransız bir ömür sürmüş olduğunu zannedecekti.Fakat o gecenin mehtabında ruhunun buhranını görmüştüm ve ney seslerinin ruhundan boşalttığı göz yaşlarının parıltılarını bir türlü unutamıyorum.
---
Deli eniştemiz, Arabistan vilayetlerinin bilmem hangi birinde defterdarken azlolunup İstanbul'a döndükten sonra, kendini yine bir yere tayin ettirmeğe uğraştığı bir gün Fincancılar yokuşunun başında, bir hurmacının tablasında, üstlerine vuran güneş ışığıyla parıldayan hurmalara, uzaktan imrenmiş.Kupkuru bir Arap olan satıcıya fiyatlarını sormakla beraber, yakından ezik ve birbirlerine yapışık olduğunu gördüğü hurmaları beğenmeyerek, adam kendisine "On kuruş!" diye cevap verince, "Hiç bu pis hurmalar da on kuruş eder mi?" demiş.O zamana kadar kendi halinde bir adama benzeyen satıcı bu söz üzerinde birdenbire beklenmedik bir öfkeye tutulmuş.İnce ve asabi bir sesle "Ne?.." diye haykırmaya başlamış."Hurma pis?Demek Arap pis?Demek Mekkâ pis?Demek Peygamber..." Deli eniştemiz bunu işitince bakmış ki bu defa da Peygambere sövdüğü sanılarak başına yeni bir iş açılacak!Bir memuriyete konmayı umarken belki Fizan'ı boylayacak!Ödü kopmuş!Hemen Fincancılar yokuşundan aşağı dörtnala koşmaya başlamış.Hem koşar, hem arada bir döner, arkasından Arap geliyor mu, diye bakarmış.Nihayet, yokuşun alt başında uzaktan bir polis görünce aklı başına gelmiş.Bu defa da polisin belki kendisinden ne diye koştuğunu tahkik edebileceğinden çekinerek duraklamış.Bizim tekrar tekrar dinlemeği sevdiğimiz bu fıkrayı anlatırken o hâlâ bu işten ucuz kurtulmuş olmasının heyecanını duyardı.
---
Vaktiyle dünyayı saran adilikleri düzeltmenin imkanı olmadığını, belki ancak bunlardan kendimizi korumanın mümkün olabileceğini görmüş; imkanların bütün cüce boylarını ve imkansızlıkların dev cüsselerini ölçmüş gözleri, illetleri görerek kendi hususiyetlerine daha ziyade ere ere, şimdi öyle bir idrakib hüznüne varmıştı ki görünüşleri insana acı ve yakıcı geliyordu.
---
Muhitlerinde yine kifayetsiz bir aklın kaba saba görüşleri ve yine kısır kalplerin duygusuzlukları ve bütün bu malzemelerle örülen zavallı hayatların tezatları devam ediyor.
---
Artık onlarla birlikte düşünmeye alıştığımız fikirleri bir daha deşemeyecek ve onlarla birlikte gülmeye alışkın olduğumuz mevzularda bir daha gülemeyeceğiz demektir.
---
Bezgin günlerimizde, dünyanın manaları güya vücudumuzdan akan kanlar gibi, gönlümüzden boşalarak, artık her şey gözümüzden düşünce, biz, odamızın inine çekilecek, yatağımızın deryasına dalacağız.O zaman hafızamızın ufuklarında eski muhabbbetli günler ve ski lezzetli geceler, melek kanatlarıyla gelerek ve melek sesleriyle mırıldanarak, bizi eski ninniler gibi uyutacak! Yaralanmış gibi yattığımız yataklar bizi vapurlar ve trenler gibi hülyalarımızın ikliminde ve rüyalarımızın diyarında dolaştıracak ve biz, bu yorgun seyahatlerden, geceden doğan günler gibi, yine dinlenmiş çıkacağız.
---
Bazan evimizde itibarımızı artıran, herkese nazımızı çektiren ve bizi dinlendiren küçük hastalıklarımız olacak ve bunlarla hislerimiz inceleşecek.
---
Nice insanlar biçare ömürlerinin maceralarını en tuhaf vakalar gibi hikaye ederek bizi güldüren garabetlerine yine devam edecekler.Nice zevkleri, bozuk paralar gibi harcamak için, cebimizden çıkaracağız.
---
Hayat gitgide derin bir rüyaya dönecek.Acımtırak zamanların salkımlarından sağdığımız bir zevk, hayal, hasret ve hatırlayış bizim mahzun saadetimiz olacak!
---
Yavaş yavaş, parça parça ölen bizler, ölülerin birdenbire ne kadar ölmüş olduklarına bir türlü akıl erdiremiyoruz.
---
Ölülerin arkasında kalanlar, onların hatıralarını da ancak kendi boylarına indirerek, kendi huylarıyla bozarak, ve kendi unutkanlıklarına göre parça parça hatırlarlar.Bu da, hislerin alacakaranlığında, başkalarının hafızalarında, yani dünyanın en az emin olan sahasında, onlara nasip olan sonuncu bir kalış, bir hayal varlığının sonuncu gölgeleridir.Zira kendilerini biraz tanımış olan bu unutkanlar da bir gün gidince artık yeryüzünde onları biraz olsun sayıklayacak kimseler bulunmaz!
---
Bize yabancı yıldızlar altında duyduğumuz bu hakiki kimsesizliği artık hiçbir şey telafi ve teselli edemez.Zira dünyanın en güzel hülyası olan ahireti kaybetmiş ve böylece en emin tesellisinden mahrum kalmış insanlar, cennetten kovularak kendi içlerine kapanmış sürgünleriz.Vaktiyle birer birer sanki başlarımız için yandıklarını sandığımız yıldızların manevi bakımdan döndüklerini ve artık ruhumuzun ölmüş hülyalarına yanan birer türbe kandiline döndüklerini görüyoruz.
---
Bize hiçbir zaman hakiki huyunu ve çıplak yüzünü göstermeyen ve ömrümüz boyunca, biz değiştikçe, kendi de şekilden şekle girip inkılap eden bütün bu kainatı ve ondaki hayatı bir rüya görüşü olarak telakkiden başka bir çare bulunamıyor.Shakespeare'in "Dünyalar, rüyaların nescinden yapılmıştır.Onlar da, bunlar gibi, bir iz bırakmadan dağılacak!" sözü her bakımdan yeryüzünün en büyük hakikati ve insan anlayışının en derin görüşü olarak kalıyor.

Çamlıca'daki Eniştemiz
Abdülhak Şinasi Hisar

le trou (1960), jacques becker


Le Toru (1960) / Jacques Becker

İhanetlere en zarif sesleniştir: "Zavallı Gaspar"

          “Aramızdaki korkak, bir gün mutlak hain olacak.”
                                                                                             Yalçın Küçük

5 Temmuz 2015 Pazar

simülakrlar ve simülasyon, jean baudrillard

İnsanın aklına gelebilecek en güzel simülasyon alegorisi olduğunu düşündüğümüz bu Borges masalında: İmparatorluğun hizmetindeki haritacıların çizdikleri harita sonunda imparatorluğun topraklarına birebir eşit boyutlara sahip bir belgeye dönüşmektedir.Ancak çökmeye başlayan imparatorlukla birlikte lime lime olmuş bu harita parçalarıyla çölde karşılaşan insanlar vardır.Sonuçta bu harap olmuş soyut metafizik güzelliğin, imparatorluğun şanına yakışan bir görünüme sahip olduğu ve eskidikçe gerçeğiyle birbirine karıştırılan sahtesi gibi İmparatorluğun da bir leş gibi çürüdükçe özüne yani toprağa dönüştüğü görülmektedir.Bu güncelliğini yitirmiş masal ikinci basamak (ordre) simülakrların gizli çekiciliğine sahiptir.
---
Zaten bütün bilimlerin, varlıklarını kavradıklarını sandıkları nesnelerinin zamanla yok olup gitmesi gibi bir paradoks üzerine oturtmaya mahkum edildikleri ve o zaman da ölü nesnenin, bilime hiç acımadan  sahip olduğu anlamı tersine çevirdiği görülmektedir.Tıpkı arkasına bakması yasaklanan Orfeus'un dayanamayarak başını geri döndürmesi sonucunda sevgili karısı Eridikya'nın cehenneme geri gönderilmesi gibi.
---
Artık ölme hakkı da ellerinden alınan şeylerin yaşama hakkı da ellerinden alınmıştır.Tıpkı "funeral homes"un (cenaze işleriyle ilgilenen şirketler) ölüye gömülmeden önce makyajla o insanın yaşarken sahip olduğu görünümünden daha doğal ve mütebessim bir görünüm kazandırmaları gibi.
---
Disneyland çocuksuluğun gerçek anlamda her yere hakim olduğunu gizleyebilmek amacıyla kurulmuş minik bir evren olup, yetişkinlerin de buraya gelerek çocuklaşmalarına olanak tanımakta ve gerçekte çocuk olmadıklarına inandırılmaya çalışılmaktadır.
---
Bourdieu'nün şu saptamasına katılmamak mümkün değil: "Güç ilişkilerinin özünde yatan şey, güç ilişkilerine benzememeye çalışarak gücünün tamamını bu gizlilikten almaktır."
---
Eskiden bir skandal gizlenmeye çalışılırdı; günümüzdeyse tam tersine bunun bir skandal olmadığı gizlenmeye çalışılmaktadır.
---
Faşizm, yitirdiği iktidarın yasını tutan ve bir türlü ondan vazgeçmek istemeyen bir toplumun "anormal boyutlara ulaşan gönderen (referans) sistemidir.
---
Birbirleri ardına sıralanan tüm Firavun hikayelerinde, kahramanların adı istisnasız hep Firavun'dur.
---
Bir katliamın unutulması da katliam türünden bir şeydir.Çünkü bir katliamı unutmak insanın bir belleği olduğunu, bir tarihle bir toplumun varlığını, vb. unutmak demektir.
---
Bizler artık bir senaryoya indirgenmiş toplumsalın hayatı kaymış okuyucularıyız.
---
Engizisyon cellatlarının sorunu, Kötülüğü, Kötülük İlkesini itiraf ettirebilmekti.Suçlulara kazara suç işlemiş olduklarını, ilahi düzenin bir parçası olan Kötülük ilkesine istemeden uyduklarını söyletmek gerekiyordu.
---
Bilimsel deney, bir amacın aracı olmaktan çok güncel bir meydan okuma ve günahtan arındırma işkencesidir.Akla uygun bir ortam oluşturamayan bilimsel deneyler, eskiden insana imanını topluluk  önünde bağırta çağırta itiraf ettirmeye çalışan işkenceciler gibi hayvanlara bilimsel denek olduklarını itiraf ettirmeye çalışmaktadırlar.
---
Yük hayvanı olup , insanlar için çalıştılar.Deney hayvanı olup bilimin sorularını yanıtlamaya zorlandılar.Tüketim hayvanı olup sınai ete dönüştüler.
---
Borrolar hayvan ruhuna sahip "varlıklardır", tıpku Kanaklı yerlilerin ölüleri hakkında hayvan görünümüne bürünerek canlılar arasında dolanıyorlar demeleri gibi.(Acaba Deleuze'ün hayvanlaşmak dediği böyle bir şey midir? Birer "Pembe Panter olun" deemsinin nedeni bu olabilir mi?)
---
Deliler bizi bir bilinçaltı varsayımını kabul etmeye zorladılar, biz de onları bu bilinçaltı adlı tuzağa düşürerek karşılık verdik.Çünkü ilk aşamada bilinçaltı, akla karlı gelerek onu bozguna uğratmaya kalkışmış ve deliliğin akılla olan ilişkisine hala bir son verebilecek güce sahip olsa da sonradan deliliğe karşı çıkmıştır, zira bilinçaltı klasik akla oranla onun daha evrensel bir akılla ilişkilendirilmesini sağlamaktadır.
---
Eskiden sessizliğe mahkum ettiğimiz insanları, bugün konuşmaya mahkum ediyoruz.
---
Masallarda hayvanlar, insanlara özgü ahlaki söylevler çekmişlerdir.Totemizm kuramında yapısalcılık söylevine tahammül etmek zorunda kalmışlardır.Laboratuarlarda her gün bize (anatomik, fizyolojik ve genetik) "nesnel" söylevler çekmektedirler.Erdemlerle günahlar konusunda bir metafor görevi yaptıktan sonra ekolojik ve enerjetik bir model, biyonik alanında mekanik bir model, bilinçaltı içinse hayali bir söylev görevi yapmışlar ve son olarak da Deleuze'ün "hayvanlaşma/başkalaşma" örneğinde yaşamsal bir alandan tamamıyla mahrum bırakılan arzu modeline dönüşmüşlerdir.
---
Hayvanların biliçaltı yoktur çünkü bir yaşama alanları vardır.İnsanlar sahip oldukları yaşama alanlarını yitirdikleri gün ortaya bilinçaltı denilen şey çıkmıştır.Yaşama alnlarıyla birlikte insanlar biçimsel dönüşüme uğrama olanağını da yitirmişlerdir.Bireysel yas tutma aracı olarak bilinçaltı durup dinlenmeksizin umarsızca bu yitirdiklerinin yasını tutma oyunu oynamaktadır.Bu oyunda hayvanlar duyulan özlemi temsil etmektedir.

Simülakrlar ve Simülasyon
Jean Baudrillard

historias minimas (2002), arjantin hikayeleri, carlos sorin


Historias Minimas (2002) / Carlos Sorin


Anlatamayacağım.Bu insanlar "Guguk Kuşu" filmini de, 
Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de, 
limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, 
vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de 
aynı gözlerle seyredebiliyorsa, elimden ne gelir ?
 
Tezer Özlü
Çocukluğun Soğuk Geceleri


geri alınmış bir ithaf, abdülbaki gölpınarlı'dan fuad köprülü'ye

Gölpınarlı, "Melamilik ve Melamiler" isimli kitabını, hocası Fuat Köprülü'ye ithaf etmiştir ve görüleceği gibi, baştaki takrizi de bizzat Köprülü yazmıştır.

Gölpınarlı'nın son yıllarında Köprülü'den bahsederken söyledikleri, "Onu hepimiz senelerce sırtımızda taşıdık" demesi, hala kulaklarımızdadır:

"Hepimizi senelerce kullandı" derdi."Beni, Abdülkadir'i (İnan), Kıvameddin'i (Bursalan), Nihal'i (Atsız), hepimizi...Farsça tercümelerini ben yapardım...Kıvameddin Arapçaları, Abdülkadir Türk lehçelerini çevirirdi.Nihal'e hem kütüphaneleri taratır, hem de tercüme yaptırırdı.İş bitince oturur, bizim yazdıklarımızı biraraya getirir, makaleler, kitaplar çıkartırdı..."

Sonra Köprülü'nün her isteğini yerine getirmekten başka çareleri olmadığını anlatırdı:

"Ne isterse yapmaya mecburduk...Zira üniversitede tek bir asistan kadrosu vardı.Hepimiz onun yanında, kadrosunda çalışıyorduk.O kadroyu senelerce boş tuttu, bize ayrı ayrı o tek kadroyu vaadetti, "Sen benim asistanım olacaksın" dedi.Bizi senelerce böyle oyaladı."

Bu yüzdendir ki, sonraları Fuad Köprülü'ye yaptığı ithafı geri almış, Melamilik ve Melamiler'in kendi nüshasında, ithaf sayfasının üzerine boydan boya bir çarpı koymuş ve üzerine "kaziyye-i mensuha" yazmıştır.

Murat Bardakçı