Dün öğrendim bir hafta önce ölmüş, kimsesizler
mezarlığına kaldırılmış hurdacı Özcan ağbi. Özcan ağbi elli kilo var
yok Ankara’nın en hırpani adamı, suratı eski tozlu kısmen kurtlanıp
yırtılmış kararmış eski kağıtlar gibi. İki büklüm sakallı bir sinek
kadar zayıf, tam bir dilenci. Bu yazın meşhur elli derece sıcağında
dahi çıkartmadı kirden kararmış paltosunu yağlanmış bir kat tozlu kalın
ciltli kitaplar gibi. Ne zaman sahafa gitsem kalın paltosu içine
sivrisinek kadar küçücük başını çekmiş, sigarasını içiyor oluyordu.
Daha iki hafta önce Kızılay’da yıkılan Fransız Kültür inşaatının cadde
tarafı kaldırımında yere birkaç kağıt mendil koymuş satıyordu. Eski
topçu menecer arkadaşlarla önünden geçiyorduk, çömeldim, kulaktan kulağa
sağda solda bir şey var mı diye konuştuk, arkadaşlar bir yazarın bir
dilenciyle kulaktan kulağa böyle hararetli dakikalarca ne konuşur
sorusuna, bizim de menejerlerimiz bu hurdacılardır, şakayla karışık
geçiştirdim.
Hangi işi yapsa sırtındaki palto ve ağzındaki marlboro sigarası
üniforması gibiydi, hangi iş, her iş’in bir fırıldağı, her fırıldağın
bir nam salmış ustası vardır, hurdacıdan ne bekliyorsunuz tiyatroya
kokteyle giden beyler gibi giyinemezdi, çek senet tarih imza kravat
banka kredileriyle çalışamazdı.
Özcan ağbi öldü onu tanıyanların hafızasında meşhur kaskatı kirli
paltosu ve fırıldak dümen hikayeleri hiç ölmeyecek. Hurdacılığında
kitaptan anlarım havasıyla ağır bilmiş konuşup kılığından çok başka bir
soyluluk verirdi, en çok da bir zamanlar neymişiz havası, insan hayal
edemeyeceği yere palavralarıyla kestirmeden gidebilirdi, ağzın laf
yapabiliyorsa bir hurdacıyı soylu bir İngiliz lorduna dönüştürebilirdi,
bu lafların ne kadarını yiyorsan o kadar kerizinden müşteri namzeti
değilse dinleyicisi olabiliyordun.
Sahaflara, sabahları sokak sokak topladığı kitapları çuval hesabı torba
hesabı üç-beş liraya satardı. Müşteriliğin de bir ahlakı vardır, Özcan
ağbi’den kitap almaz satmasını bekler sonra sahaftan alırdım. Bir roman
dolduracak kadar öğleye doğru henüz kapısı açılmamış sahaf önlerinde
sıkılmışlığım laflamışlığım çoktur, konuşmaları 60’lı yılların Türk
sineması saflığında kalmış, yarısı palavra, yarısı sıkı hikaye, yarısı
boş hayaller, yarısını yemiş yarısını yutmuşumdur, yarısı kaymış bir
hayatın iltihabı, uflar puflarla zehir gibi çaylarla deşip irin irin
patlatmak gibi, ama neyi anlatsa hala fare avlayan bir sinsi tezgah
kurgusu çakal tuzağı kokusu doluydu.