...Johnny o uzun ve zayıf ellerinden birini battaniyenin altından çıkarınca teninin gevşek ılıklığını hissettim.Tam o sırada Dedee Nescafe hazırlayacağını söyledi.En azından bir kutu Nescafe'leri olduğunu bilmek beni sevindirdi.Ne zaman bir kişinin bir kutu Nescafe'sinin olduğunu öğrensem, onun sefaletin dibinde olmadığını anlarım; bu hala biraz daha dayanabileceğinin göstergesidir.
...
"Doktor Bernhard hüzünlü bir sersem," dedi Johnny bardağını yalayarak."Bana aspirin verecek ve ardından cazı, mesela Ray Noble'ı çok sevdiğini söyleyecek.Düşünsene, Bruno.Eğer saksafonum olsaydı onu öyle bir müzikle karşılardım ki, dört katı kıçı her basamağa vura vura inerdi."
...
Her şey esnek, evlat.Sert görünen şeylerin bile bir esnekliği var.
...
Özünde bir benciller çetesiyiz, Johnny'i koruma bahanesi altında asıl yaptığımız onun hakkındaki fikrimizi kurtarmak, Johnny'nin bize vereceği yeni zevklere hazırlanmak, hepsinin arasında diktiğimiz heykeli parlatmak ve her ne pahasına olursa olsun onu savunmak.Johnny'nin fiyaskosu kitabım için kötü olurdu ve benim Jonny'ye göz kulak olmamın bir nedenini de muhtemelen bu tür şeyler oluşturuyor.
...
Bruno, bu ve Camarillo'daki diğer bütün tipler kesin inanmışlardı.Neye, bilmek ister misin?Sana yemin ederim bilmiyorum, ama inanmışlardı.Sanırım oldukları şeye, değerlerine, diplomalarına.Hayır, bu değil.Bazıları alçakgönüllüydü ve kendilerini yanılmaz görmüyorlardı.Ama en alçakgönüllüsü bile kendini güvende hissediyordu.Beni en çok sinirlendiren işte buydu, Bruno, kendini güvende hissetmeleri.Neyin güveni bu, söylesene bana, teninin altında şeytandan daha fazla yara beresi bulunan bir zavallı şeytan olan benim, her şeyin jöle gibi olduğunu, etraftaki her şeyin sallandığını ve delikleri fark etmek için biraz dikkat etmenin, biraz hissetmenin, biraz susmanın yettiğini hissetmeye yetecek bilincim vardı.Kapıda, yatakta: delikler.Elde, gazetede, zamanda, havada: Her şey deliklerle dolu, her şey sünger gibi, her şey kendini süzen bir süzgeç gibi...Ama onlar Amerikan bilimiydiler, anlıyor musun, Bruno?Önlükleri onları deliklerden koruyordu:Hiçbir şey görmüyorlardı, başkaları tarafından çoktan görülmüş olanı o şekilde kabul ediyor, gördüklerini hayal ediyorlardı.Ve doğal olarak delikleri göremiyorlardı ve kendilerinden çok emindiler, reçetelerinden, şırıngalarından, lanet olsası psikanalizlerinden, sigara içilmezlerinden ve alkol alınmazlarından son derece emindiler...Ah, oradan çıkabildiğim, trene binebildiğim, vagonun camından her şeyin geriye doğru gidişine, tuz buz oluşuna bakabildiğim o gün; bilmem bir manzaranın uzaklaşmasını seyrederken onun nasıl paramparça olduğunu hiç gördün mü?"
...
"Mevzu şu ki kendilerini bilge zannediyorlar." diyor birden."Kendilerini bilge zannediyorlar çünkü bir yığın kitap topladılar ve onları yediler.Buna gülüyorum, çünkü aslında iyi çocuklar ve öğrendiklerinin ve yaptıklarının çok zor ve derin şeyler olduğuna inanmış bir halde yaşıyorlar.Bu sirkte de böyle, Bruno, gündelik yaşamda da.İnsanlar bazı şeylerin zorluğun zirvesini teşkil ettiğini zannettikleri için trapezcileri ya da beni alkışlıyorlar.Gözlerinde ne canlandırdıklarını bilmiyorum, iyi çalmak için kendimizi paraladığımızı mı?Her atlayışında trapezcinin tendonlarının koptuğunu mu?Gerçekten zor şeyler bambaşkadır ve insanın her an layıkıyla yapabildiğini sandığı her şey bu kategoriye girer.Mesela, bir köpeğe ya da bir kediye bakmak ya da onu anlamak zor, çok zor bir şeydir.Dün gece şu küçük aynada kendime bakayım dedim ve seni temin ederim, bu öylesine zor bir şeydi ki az daha yataktan düşüyordum.Kendi kendine baktığını düşünsene; karşındaki adam o kadar yalnız ki yarım saat boyunca buz kesiyorsun.Gerçekten, o herif ben değilim, ben olmadığımı daha ilk bakışta çok net bir biçimde hissettim.Gözucuyla bakarak onu gafil avladım ve ben olmadığımı anladım.Bunu hissediyordum ve bir şey hissedilince...Ama bu Palm Beach'teki gibi, üzerine düşenbir dalganın ardından bir ikincisi ve sonra bir tane daha...Diğerinin geldiğini, sözcüklerin geldiğini anca hissediyorsun...Hayır, sözcükler değil, sözcüklerde olan şey, şu tutkal, şu salya.Ve salya gelip senin üzerini örtüyor ve aynadakinin sen olduğuna seni ikna ediyor.Tamam da bu nasıl fark edilmez ki?Peki ama ya ben bensem, saçımla, bu yara iziyle.Ve insanlar kabul ettikleri yegane şeyin salya olduğunun farkında değiller ve işte bu yüzden aynada kendilerine bakmak onlara çok kolay geliyor.Ya da bıçakla bir parça ekmek kesmek.Sen hiç bıçakla bir parça ekmek kestin mi?"
...
"Şu örtünün üzerinde duran ekmeğe bak" diyor Johnny bakışlarını boşluğa dikerek."Elle tutulur bir şey, bu inkar edilemez, çok güzel bir rengi ve kokusu var.O ben değilim, o benim dışımda, farklı bir şey.Ama eğer ona dokunursam, eğer parmaklarımı uzatır ve onu yakalarsam , bu durumda bir şeyler değişiyor, sence de öyle değil mi?Ekmek benim dışımda, ama parmaklarımla ona dokunuyorum, onu hissediyorum, ama eğer ben ona dokunabiliyorsam ve onu hissedebiliyorsam, bu durumda onun başka bir şey olduğu gerçek anlamda söylenemez, yoksa sence söylenebilir mi?"
"Sevgili dostum, bir sürü sakallı bu problemi çözmek için binlerce yıldır kafa patlatıyor."
"Ekmeğin içi gündüz" diye mırıldanıyor Johnny yüzünü kapatarak."Ve ben ona dokunmaya, onu ortadan kesmeye, onu ağzıma koymaya cüret ediyorum.Hiçbir şey olmuyor, artık biliyorum: İşte korkunç olan bu.Hiçbir şey olmamasının korkunçluğunun farkında mısın?Ekmeği kesiyorsun, bıçağı saplıyorsun ve her şey eskisi gibi devam ediyor.Ben bunu anlamıyorum, Bruno."
...
"Bruno, şuram yanıyor" dedi Johnny bir süre sonra, kalbin bildik yerine dokunarak."Bruno, o benim avucumda beyaz bir taş gibiydi.Bense, soluk renkli zavallı bir attan başka bir şey değilim ve kimse, hiç kimse gözlerimdeki yaşı silemeyecekç"
...
Tepkim o kadar doğaldı ki, Johnny'yi yerden kaldırmak, gülünç duruma düşmesini önlemek istedim ve sonunda gülünç duruma düşen ben oldum, çünkü halinden çok memnun olan, bulunduğu pozisyonda kendini mükemmek hisseden birini hareket ettirmeye çalışan bir adamdan daha acınası bir şey yoktur, nitekim küçük şeyler için endişeye kapılmayan Flore müdavimleri bana pek sevimli olmayan bir şekilde baktılar; içlerinden birçoğu o diz çökmüş zencinin Jojnny Carter olduğunu bilmese de, kilisenin sunağına tırmanmış İsa'yı çarmıhtan kurtarmak için çekiştiren birini görseler nasıl bakacaklarsa bana da öyle baktılar.Bunu benim suratıma ilk vuran Johnny oldu ve sessizce ağlamaya devam ederken, sadece gözlerini kaldırıp bana baktı, bu davranış ve müdavimlerin doğal sansürü arasında kalınca, kendimi ondan daha kötü hisetmeme ve diz çökük Johnny'nin karşısındaki o sandalye hariç başka herhangi bir yerde olmak istememe rağmen, geri dönüp Johnny'nin karşısına oturmaktan başka çarem kalmadı.
Julio Cortazar
Takipçi
Ötekinin Rüyası, Bütün Öyküleri-1, Can Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder