17 Ağustos 2012 Cuma

ölümcül hastalık umutsuzluk, soren kierkegaard


Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar.Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben'inden kurtulmaya çalışmaktadır.Böylece "Sezar veya hiç olurum" diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer.Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar haline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz.O halde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben, Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer.Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir.Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olamamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben'inden kurtulamamasıdır.Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz, ben'inden kurtulamaz.Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir.Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir ama kendi ben'inden kurtulacaktır...

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Soren Kierkegaard

dağlar, hakkari'de bir mevsim


"Ey yorgun atlar, sayı bilmiyen çocuklar
Ey bütün hazır elbiseciler ey,
Birgün olmak, küskün keşişlerden olmamak birgün
Dağlara dağlara çıkmak sular köprüler sular birgün çıkmak
Eski kaba arabalardan inip birgün çıkmak
Dağlara dağlara dağlara başka hiç
Birgün dağlara" Turgut Uyar

10 Ağustos 2012 Cuma

filler güler mi?

Geçenlerde hayvan davranışları üzerine değerlendirmeler içeren bir yazı gördüm, "filler ağlar mı?" diye.

http://hayvanozgurluguhareketi.com/2012/08/05/filler-aglar-mi/

Dişinden tırnağına katliamlara bulanmış, sirklerden incelemelere, oradan hayvanat bahçelerine sürülmüş, bilimsel ve bilimsel olmayan bakıcıların ellerinde gezinen bir canlı türünden bahsediyoruz...Ve uzunca bir süredir vicdanımızı, Dünya Hayvan Hakları Günü'nde, çocukların bizzat kendi elleriyle beslemelerine izin vererek rahatlatmaya çalışıyoruz..Nihayetinde, doğal yaşam alanlarının inşasıyla, doğal vicdan alanlarının inşasında aynı harç vardır...Şimdi fillerin hüngür hüngür ağlaması dahi, insanoğlunun kahkahaları, nümayişleri, zincirleri, deneyleri ve kafeslerinin gölgesinde kalacak, görülmeyecek, duyulmayacaktır.Belki, sakın ha sakın, bir daha ağladığını dahi görmek ismeyecektir.Tıpkı Ömer Seyfettin'in 'Falaka'sındaki gibi: "burada ağlarsan dövecekler, ötede döverek ağlatıyorlardı."

9 Ağustos 2012 Perşembe

aşık sümmani belgeseli


"Dünyalıktan halim sorar bazısı
Bizde sim yerine emraz bulunur
Böyle imiş alnımızın yazısı
Elimizde kırık bir saz bulunur"

sarah baartman, yıldırım türker

Sarah'ın Hikâyesi

Batı uygarlığı saatini, karşısına aldığını ucubeleştirerek kurmuştur. En kaba tanımıyla Oryantalizm de farklı kültürlerin bir batılı süzgeçten geçirilerek ucubeleştirilmesi, büyük dünya algısında akıl dışı bir resme oturtulmasıdır.
Ucube: Tuhaf, şaşırtıcı, ürkütücü, seyirlik, nadir olan, sapma, bozuşma, çarpılmadır. Dolayısıyla etrafında bir cazibe halesi vardır. Denetimli bir şekilde sunulduğu takdirde elbet. Sirk dünyası mükemmel örnek. Bileti satan, ucubenin sahibidir.Diana Ferrus, Güney Afrikalı bir aktivist yazar, şair. Afrikaans dilinde de İngilizce de yazıyor. Geçen ay İstanbul’da bir sunum yaptı. Diana Ferrus’un dünya sahnesinde tanınmasına neden olan, Sarah Baartman için yazdığı şiir ve o şiirin sonuçları.

Sarah Baartman’a şiir

Seni eve götürmeye geldim

eve, hatırlar mısın bozkırı?
yemyeşil çimeni büyük meşe ağaçlarının altındaki
hava serindir orada güneş de yakmaz.
Bir tepenin eteğine serdim yatağını
battaniyen çalı çırpıyla ve nane yapraklarıyla çevrili,
sarı beyaz çiçeklerle kaplı
akarsuyun şarkısı işitiliyor
çakıl taşlarının üstünden sekerek akarken.

Seni kaçırmaya geldim
Didikleyen gözlerinden
karanlıkta yaşayan
insandan dönme canavarın
emperyalizmin pençeleriyle
senin bedenini parça parça kesip doğrayan
senin ruhunu Şeytanınkine benzeten
bir de kendini yegâne tanrı ilan eden!

Senin ağrılı yüreğini ferahlatmaya geldim
yorgun ruhuna kucağımı sunuyorum işte
yüzünü avuçlarımla saklayacağım
boynundaki çizgileri bir bir öpeceğim
güzelliğinle gözlerim bayram edecek
ve sana şarkı söyleyeceğim
sana huzur getirmeye geldim ya.

Seni eve götürmeye geldim
kadim dağların adını haykırdığı.
Yatağını bir tepenin eteğine serdim,
battaniyen çalı çırpıyla ve nane yapraklarıyla çevrili,
sarı beyaz çiçeklerle kaplı
Seni eve götürmeye geldim
Sana şarkı söyleyeceğim
bana huzur getirdin ya.


Diana Ferrus, Khoisan kabilesinden geliyor. Bu şiiri 1998 yılında Hollanda Utrecht’de eğitim görürken yazmış. Kolonilerde cinsellik üstüne çalışırken Sarah Baartman’ı düşünmüş. Ve onu anlamış: “Ama bunun da ötesinde sorun, çektiğim derin sıla özlemiydi. Bir akşam yıldızlara bakarken ‘ne kadar uzaklar’ diye düşündüm, ‘oysa memleketimde olsam her birine tek tek dokunabilirdim.’ Yüreğime Sarah’nın acısı düştü. ‘Tanrım, kalp kırıklığından öldü, sıla hasretinden. Kim bilir neler yaşadı’ diye düşündüm. Böyle çıktı şiirin ilk dizesi; ‘Seni eve götürmeye geldim’.”

Sarah Baartman, 1789 yılında doğmuş bir Khoi. Avrupa’dan gelip yerleşenler, bu kabileye Hottentot adını takmış. Aşağılayıcı bir lakap. Khoisa dilinde hot ve tot seslerinin çok kullanıldığından yola çıkarak takılmış. Khoi bir köleymiş Sarah. Asıl adıyla Sarahcık anlamına gelen Saartjie. Çocukken bir baskın sonrası ana babasız kalmış. Cape Town’a gidip bir çiftçinin kölesi olmuş. 1810 yılına kadar küçük bir kulübede yaşamış. Daha 20 yaşındayken bir Britanya gemisinin doktoruna satılmış.

3 Ağustos 2012 Cuma

ihtiyaçlar ve istekler, ismet özel

İktisatçılar niçin insanın istekleri sınırsızdır demiyorlar da ihtiyaçları sınırsızdır deme gereği duyuyorlar?Kelimenin büyüsünden yararlanmak istiyorlar da ondan.Üstelik, iktisatçılar karmaşık insan ilişkilerinin yürürlükte olduğu yani insanların yaşama doğrultularını büyülenme tehlikesi altında aradıkları bir dönemde ihtiyaçtan sözediyorlar:Büyü üstüne büyü.

İhtiyaç gerçekten büyülü bir kelime.Kendi ihtiyaçlarımız sözkonusu olduğunda, sahip olduğumuz duygularla başkalarının ihtiyaçları dolayısıyla sahip olduğumuz duygular benzer duygular değil.İhtiyaç kelimesiyle birlikte doğa, toplum, ahlak görüşlerimiz aynı anda devreye giriyor ve gerçekten neden sözedildiğini anlama zorluğu karşımıza çıkıyor.Eğer iktisatçılar haklıysa insanın birden fazla ihtiyacı vardır ve nelere ihtiyacı olduğu sayıca sınırlandırılamaz.Gelgelelim ihtiyacın nerede başlayıp nerede bittiğini, o ihtiyacın sınırlarını bilmeyebiliriz; neyin ihtiyaç olduğu konusunda anlaşamayabiliriz.Öyle zaman gelmiştir ki Roma komutanlarından Pompeius (m.ö 106-48) Roma'ya tahıl taşıyan gemilerin tayfaları kötü hava şartları yüzünden denize açılmamakta direnince Nevigare necesse est, vivere non est necesse (Seyrüsefaine ihtiyaç vardır, yaşamaya ihtiyaç yoktur) diyebilmiştir.İnsan oluşumuzu anlamaya kalkarsak ihmal edilemeyecek bir yaklaşım, bir bakış açısı bu.
...
Toplum hayatının yeni ihtiyaçlar doğurduğu ve toplum ilişkileri gelişip karmaşıklaştıkça ihtiyaçların da biçim değiştirdiği düşüncesini öne sürmek, ölüm gerçeğini insandan uzaklaştırma niyetinin en uç noktasıdır.Mesela, "otomobil artık bir ihtiyaç" gibi bir cümle söylediniz mi, dünyada bulunuşunuzun anlamından ne ölçüde koptuğunuzu itiraf etmiş olursunuz.1940'lı yılların ABD'sinde milyoner çocuklarının devam ettiği okulların birinde en mübrem ihtiyaç nedir sorusuna öğrencilerden biri "dudak boyası" diye cevap vermiş."Çünkü" demiş, "annem yemeden yaşayabilir, ama dudaklarını boyamadan asla." Ben milyoner çocuğunun doğruyu dile getirdiğine inanıyorum.Eğer ekmek bir ihtiyaç maddesiyse dudak boyası neden olmasın?
...
Meselenin can damarı yine de bir paradoks: İnsanların ihtiyaçları olduğundan yola çıkarak hayatı ve hayatını düzenlemeye girişenler, bir gün kendilerinin ihtiyaçtan vareste kalacakları önyargısını içlerinde barındırırlar.İhtiyaçlarını tatmin ettiklerinde ihtiyaçları kalmaz.Öte yandan isteklerini dile getirmekle yetinenler, her zaman muhtaç olduklarını bilenlerdir.İsteyenler, ihtiyacın cinsi ve miktarını ister istemez "verecek" olana bırakmışlardır.Üstelik bütün istekler yerinde, meşru, yararlı olmayabilir.Bu yüzden isteklerimizle savaşabilir, isteklerimizi önleyebiliriz.Ama ihtiyaç öne sürüldüğünde almak istediğimizi sanki bir hakka dayanarak alma iddiasını da yürütürüz.İnsan olarak bizim doyma hakkına mı, dudaklarımızı boyamak hakkına mı sahip olduğumuzun ölçüsü nerede bulunacak?

Tahrir Vazifeleri
İsmet Özel

nadja, andre breton

"İsteseydiniz, sizin için hiçbir şey ifade etmezdim ya da yalnızca bir iz olurdum."

Ona her yerde gülünç ücretler vermişlerdi.Yanıt vermeden önce, yüzüne iki kez bakıldığı da olmuştu.Ona günde on yedi Frank vereceğini söyleyen bir fırın patronu, gözlerini ona doğru kaldırdığında kendini toparlamış: on yedi, on sekiz demişti.Nadja çok neşeli bir tavırla! "Ona, on yedi evet; on sekiz hayır dedim" demişti...

Nadja
Andre Breton


istiklal mahkemesi, dr. hikmet kıvılcımlı


Tophane Bekirağa Bölüğüne 'Kapital' ile giriş.
Ankara İstiklal Mahkmesi.
'Tarikat'ı Selahiye'.
'Silk'i Askeri'.
'Zatı şahanenin, atabe-i ülyasına suikast' maddesi.
10 yıl kürek.


Dr. Hikmet Kıvılcımlı

2 Ağustos 2012 Perşembe

konçinalar, haldun taner

İskambil destesinin en sevdiğim kağıtlarından biri, üzerine The Jolly Jocker yazılı, o delişmen, o uçarı, o biraz cambaz, biraz sihirbaz, bir miktar da düzenbaz, ama neşe dolu, hayat ve hareket dolu, kanısıcak delikanlıdır. Ne yazık ki, Joker'lere Kanasta'dan, Kumkan'dan, Remi'den başka oyunlarda yer verilmiyor. Verilse, her girdikleri oyuna renk ve hareketlilik,canlılık ve şaklabanlık katarlardı.

Jolly Joker'ler bir yana, destenin en itibarlı kağıtları, bilindiği gibi, Beyler yani Aslar oluyor. Ayıp değil ya, ben Aslardan oldum bittim hoşlanmam. Belki kendim hiçbir zaman As olamadığım, As olamayacağım için. Kabul etmeli ki, onların dördünde de bir Kral havası, bir Padişah cakası vardır. Hele bazı takımlarda bunları daha da bir şatafatlı resmederler.

Karamaça Beyinde uğursuz bir şeyler sezilir. Onun sarayında herhalde birtakım karanlık dalavereler dönüyor, gece, mahzenlerinde, bir sürü kelleler uçuyor olmalıdır.
İspati Beyini ben bir Bizans prensine benzetirim.
Bunlara oranla, Kupa Beyi daha bir bizden gibidir. Kupa Beyi herhalde Osmanlı soyundan olmalı.

Karo Beyine gelince, bakınız, o bir Selçuk Sultanıdır. Çelebi, zarif, nazik...Aksi gibi, Tekel damgasını da hep onun üstüne vurular. Buna karşın öylesine soylu ve kibar bir havası vardır ki, damgası olmayan bir Karo Beyi görsek, bayağı yadırgar, bir eksiklik duyarız.

Resimli kağıtlar içinde kanım en çok Kupa Kızına kaynar. Kupa Kızı, etine dolgun, duru-beyaz, hanım-hanımcık bir tazedir. Üniverisiteyi felan bir kalem geçin, güç hal ile bitirdiği ortadan sonra, liseyi bile okuyamamıştır. Olsa olsa sanat enstitüsü mezunudur. Herkesin okumaya merakı olmasa, buncağızın da başka marifetleri var: Dikişle nakışın her türlüsü, örgü işlerinin daniskası...Eteği belinde, bütün evi o çeviriyor. Yeni yetişirken mahalledeki oğlanlarla mektup alıp verdiği olmuş gerçi. Cahillik işte. Hoş görmeli. Ama evlenince eşi bulunmaz bir hayat arkadaşı olacaktır. Buna eminim. Bir kere kocasına karşı ukala ukala karşılık vermez. Sonra bu cins kadınlar çocuklarına da düşkün olurlar. Daha ne?

Onunla evlendiğiniz taktirde, kaynınız Kupa Oğlu olacaktır ki, Allah için, uslu akıllı, yumuşak başlı, kendi halinde bir çocuktur.
Babaları Kupa Papazına gelince, sizden iyi olmasın, pek babacan pek cana yakın bir adamdır. Hoş fıkralar anlatıp göbeğini hoplata hoplata güler. Daha coşarsa, küt küt karşısındakinin sırtına vurur. Evde teklif tekellüf hak getire...Sen de sen , ben de ben. Candan insanlardır vesselam. Öyle bir aileye damat girmek isterim.

İspati Kızına gelince, bakın ondan her türlü sinsilik umulur. Siz onun öyle sakin ve masum göründüğüne bakmayın, o ne hin oğlu hindir o, o ne içten pazarlıklı aşiftedir o... İskambil üstünde gördüğünüz onun bayramlık resmi. O, bu masum erdem pozunu, fotoğrafçıda resim çektirirken bir, bir de pazarları kiliseye giderken takınır. Şöyle kulağınızı verin de bir dinleyin mahalleyi. Maçanın Oğlu ile sinema localarında, plaj kabinlerinde yapmadığı kalmamış. Hal böyle iken, yine de bilmeyenlere karşı kendini dirhem dirhem satar. İspatinin Oğlu ablasının kirli çamaşırlarını herkesten iyi bilir, bilir ama gel gör ki ablası da onun kumar borçlarını öder, evden şunu bunu götürüp satışını gizler. Babaları da zaten itin biri. Bu yaşa gelmiş hala sefih, kumarbaz, birgün olsun ayık gezdiği görülmemiş. Tencere dibin kara hikayesi, kimin kime ne demeye hakkı var.