"Çocukluğun geçtiği yerler, muhakkak ki insanın cennetidir." (Boğaziçi Yalıları)
"Şimdi ben kendimi cennetten düşmüş bir adam gibi hissediyorum." (Geçmiş Zaman Köşkleri)
---
Yaşı ilerlemiş her büyük sanatçı gibi, Abdülhak Şinasi de, yalnızca kendisinin önem verdiği şeylere, herkesin de önem vermesi gerektiğini sanıyor; bunun böyle olmadığını gördükçe de, hayretler içinde kalıyor ve böylece de çevresinden daha da kopuyordu.
---
Zaten edebiyat çevresinin içinde olan baba; hayranı olduğu dostu Abdülhak Hamid'in ilk aı ile Tanzimat'ın idealist siması Şinasi'nin adını birleştirip oğluna Abdülhak Şinasi adını koyar!..İki yıl sonra dünyaya gelerek mutluluklarını daha da artıran oğluna da, Muhtar Bey'in babası Selim Paşa'dan dolayı Selim Nüzhet adını verecektir...Aile, "dört başı mamur" bir mutluluk içinde yaşamaya başlar artık...Fakat bakalım bu kaç yıl sürecektir?!..
---
...1906 yılındaki mektuplardan birinde, babasına çok ilgi çekici bir sitemi var "İzin verirseniz, beni biraz şaşırtan canımı sıkan bir konuya değineceğim.Bana çoğunluk kelimesi olan 'siz' diye hitap ediyorsunuz!Bir baba, oğlundan hoşnut oldukça ona 'sen' diye hitap eder sanırım.Niçin beni bundan mahrum ediyorsunuz."
Abdülhak Şinasi'nin Paris'i
"Yazık ki Paris kelimesinin şimdi muhayyilemizde bütün manalariyle canlanabileceğini ümid etmiyorum.Ve bu da insana bütün lugat kitaplarının ve hatta en büyük ansiklopedilerin kifayetsizliğini acı acı düşündürüyor.Paris isminin o zamanki genç muhayyilelerdeki manalarını şimdi size nasıl vermeli?O zamanki hürriyet, şiir ve sanat aşıklarının üzerindeki füsunlarını nasıl duyurabilmeli?Bu, uçmuş bir takım rayihaları toplamak istemeğe benzer.O zamanlar dünyanın mühim bir kısmı için Paris'in adeta bir mistiği vardı.Bu, nevileri ayrı kıymetlerle, tıpkı dindarların gönüllerini aydınlatan mukaddes şehirler gibi, Mekke ve Medine gibi, hayalleri nurlara gark eden bir şehirdi.İnsan orada mutlak bir hürriyet içinde tam bir şiir ve sanat hayatı yaşar ve yaşadığına kanardı.Zira gördüğümüz bütün maddiyatı, gıdalandığı bir hamur yaparız.Paris'i, aşkını duyduğıumuz bir vücut ve bir ruh gibi severdik."
"Yahya Kemal, Ecole Libre des Sciences Politiques'e yazılmıştı.Zaten bütün Quartier de açık, hür ve dershaneleri serbest olan bir üniversiteye benzerdi.Bütün kahvehanelerde edebiyat ve sanat bahisleri, güya içkilerin yanında çerezler gibi, eksik olmazdı.Hemen bütün tiyatrolarda edebi piyesler oynanılır, hemen bütün gazeteler edebi başmakaleler basar, doğrudan doğruya edebiyat , tiyatro ve sanat gezeteleri çıkar, tanınmış birçok muharrirler edebiyata dair konferanslar verirlerdi.Hemen her kahvehaneye meşhur bir muharrir, bir sanatkar devam eder, hemen hepsinde muayyen bazı müşterilerin toplantıları birer akademi içtimaına benzerdi.Yine bu kahvehanelerin müdavimleri arasında her milletten birçok ihtilalciler bulunurdu.Fakat içtimai meseleler bugünkü kanlı durumlarına düşmemişlerdi.Hürriyeti imha etmek prensibi henüz makbul sayılmazdı.Söylemek zevkinin yanında, dinlemek zevki de tadılırdı." (Yahya Kemal'e Veda)
---
Çocuk yaşlarda, Tevfik Fikret'in verdiği özel derslerden, Türkçe'nin dilbilgisi kurallarını sağlam bir şekilde öğrenen Abdülhak Şinasi, yine Fransız mürebbiyesinden Fransızca öğrenmeye de dört beş yaşında başlar ve sonra Galatarasay Sultanisi'nde Fransızcasını geliştirip bu dilde gazete, dergi ve özellikle de edebi eserler okuyacak kadar ilerletir...Zaten okulda arkadaşlarıyla oyunlar oynama yerine, edebiyata meraklı birkaç arkadaşıyla, ya birbirlerine yazdıkları şiirleri okurlar ya da okudukları Fransızca kitapları anlatırlar.
...
Abdülhak Şinasi Paris'le ilgili sözlerini, bu şehir için yazdığı şiirle süslüyor.
"Eski Paris
Bir kere daha güzeldi
Bir sentezdi
Biz daha naiftik
Yeni açılıyor
Perde arkamızda yeşil yeşil bütün Türkiye vardı
Vatan vardı, hülyalar içinde İstanbul vardı
Bu paravanın önünde
Paris cabotinage'ı, volupte'si
Sesleriyle Dumas
Nutuklarıyla Jean Moreas
(...) Sarah Bernhardt
Katır koşulu arabasıyla Rojan
Cennet gibi Luxsembourg
Şarkılar, çalgılar içinde Montmartre ki
Daima foires gibidir."
Marcel Proust ve Abdülhak Şinasi Hisar
...Bir sömestr boyunca, bu ünlü Fransız yazarının cümle yapısındaki özellikleri eserlerinden örnekler vererek belirtmeye çalışmıştı...Kimi derslerinde, bu Fransız yazarının, uzun, hatta çok uzun cümlelerini, bütün süslerinden ve yan cümleciklerinden soyarak "çırılçıplak" bakmamızı ister ve o zaman biz öğrenciler hayretle görürdük ki Proust'a Fransız edebiyatında çok özel bir yer kazandıran o cümlelerin büyüsü uçup gitmiş; hepsi de sıradan, kısacık cümlelere dönüşmüş!
Proust'ta olduğu gibi, Abdülhak Şinasi'de de, edebiyatımızda bir benzeri olmayan üslubunu oluşturan cümlelerdeki, son derece dikkatle seçilip yerli yerine yerleştirilmiş sözcüklerle örülü uzun, hatta kimi zaman da hayli uzun cümleler dikkatimizi çeker...Fakat Hisar'ın, yapısal yönden cümlelerine bakıldığında, Proust'unkinden çok büyük bir ayrılık görülür: Proust'ta, dalgalar halinde gelen yan cümlelerin çokluğu, kimi zaman okuyucuyu yorar ve hatta sıkar...Oysa Hisar, bir kimseyi, bir nesneyi ya da doğa güzelliklerini anlatabilmek için, dilin şiirini oluşturan "yarım kafiyeli" anlamdaş ve yakın anlamlı sözcükleri, daha çok da sıfatları ard-arda sıralar...Bu yüzden de Abdülhak Şinasi'nin cümlelerinden, büyük bir hünerle yerleştirdiği o sıfatlar çıkarıldığında, üslubundaki şiir kaybolur ve musiki susar!
...
Abdülhak Şinasi'nin Proust'u çok sevdiği ise bilinen bir gerçektir...Zaten eserlerinde, yeri geldikçe Maurice Barres'le birlikte Proust'a duyduğu hayranlığı sık sık dile getirir.
Nitekim Abdülhak Şinasi, Boğaziçi'ndeki yalılardan söz ederken, Kanlıca'da bulunan yengesinin büyük yalısının üst kattaki "Havuzlu Oda"sında duyup düşündüklerini anlattığı sırada beğendiği ve etkisinde kaldığı Fransız yazarları da şöyle sıralar: "Bu oda içinde daha mevcudiyetlerini iyi bilmediğim, çocuk ruhuma eğilip baktığım zamanlar yumuşak yüzlerini yeni seçtiğim hislerime bir beşik oluyor, daha kendimi tanımadan içimde duyduğum hisleri, istekleri, sevgileri sallıyor, besteliyor, besliyor, büyütüyordu." (Boğaziçi Yalıları) dedikten sonra, bu odanın üstündeki çok derin etkisini: "Burada, çekilen çubukların verdiklerine benzer bir rüya ve hülya hali vardı.Ben burada güya esrarlı bir çubuk içmiş gibi oluyor, sükut, şiir ve istiğna afyonlarını yutmuş gibi oluyordum." diye sözlerini sürdürüp daha sonra etkisinde kaldığı sevdiği yazarlara geliyordu: "Çok sonraları en sevdiğim Fransız nasirlerine ki en büyük Fransız şairleridir, Chateaubriand, Barres, Proust gibi üstadların en vecid verici sahifelerinde hep bu kapıları harice kapanmış, kendi hülyasının zevkine varan alemi, hep bu kendi ahengiyle dolan gönlünü, kendi şiirini yaşamakla haz bulan tabiatı, fıtratı bulacaktım.Demek bu oda bana ilk bir üstad gibi tesir etmişti."
---
Faniliğimiz ve Edebiyat
"Bazılarımızın yer yüzünde en çok duyduğumuz his faniliğimizi bilmemizden gelen bir melaldir.(...) Düşünürsek, bütün hayat, çektiğimiz bir çubuk içindeki esrar gibidir.Biz mest oluyoruz, fakat bizim zevkimizi temin eden onun yanıp geçişidir.Bu tezat içinde mesut olabilmek şüphe yok ki hiç kolay değildir.Biraz hassasiyet, saadetin tadına bu zehri karıştırmaya kifayet eder.Bunca derin hisleri tahlilsiz ifade etmesini bilen büyük şairler, bu tezadı mütemadiyen hissediyorlar.(...)"
Roman Kahramanları ve Abdülhak Şinasi
Abdülhak Şinasi: "Bütün yazdıklarım gönlümde kalmış bir takım hatıralardan ibaret gibidir.Ruhumun ahenginden süzülüp yazılarıma geçmedikçe eserlerimin hiçbir iddiası olamaz.Hatta serdedilecek hiçbir sözüm olmaz." diyor.
...
Büyük bir başarıyla çizdiği Ali Nizami Bey, Selahattin Bey adındaki uzak bir akrabasıdır...Ali Nizami Bey'in annesi de gerçek hayattan alınmıştır.
"Çamlıca'daki Eniştemiz"deki Vamık Bey de yakın bir akrabasıdır.
"Fahim Bey ve Biz"deki ünlü kahramanı Fahim Bey, yazarın anlatımıyla "bir baba dostu"dur.
Fakat sonunda kader, Abdülhak Şinasi'ye bir oyun oynar: Ömrünün son yıllarında yazar; geçen zamana direnip kılık kıyafet ve davranış bakımından hep aynı kaldığı için, topluma biraz garip gelen bir "Fahim Bey" durumuna düşer!..Ve onun gibi toplumdan kopuk yaşar!..Hani Gustave Flaubert'e: "Madam Bovary kim?" diye sorulduğunda; "Madam Bovary benim." demiş!...Tıpkı onun gibi, biz de son yıllarına bakınca, rahatlıkla: "Abdülhak Şinasi, Fahim Bey'di" diyebiliriz.
Abdülhak Şinasi'nin roman kahramanlarıyla ilgili olarak Taha Toros da şu açıklamayı yapıyor: "Abdülhak Şinasi Hisar'ın bütün kitaplarındaki tipler, birer hayal mahsulü değil hayattan alınmış, gerçekten yaşamış kişilerdir.Fahim Bey ve Biz kitabındaki kahraman 'Fahim Bey' çevresinde yaşadığı, bir hariciyeci Fatin Bey'dir.Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği'ni yazarken, annesinin teyzezadesi ile evli olan, kısa bir müddet hariciye memurluğu yapan İlhami Bey'in adını değiştirmiştir.Konusunu halasının kocasının yaşantısından alan Çamlıca'daki Eniştemiz'in aslı, Çamlıca'daki Deli Eniştemiz iken, nasıl olsa, okuyanlar onun ruh dengesini hemen sezebilecekleri için, kitabın adından "Deli" kelimesini sevimsiz bularak çıkarmıştır."
...
Abdülhak Şinasi, başını Lebon Pastanesi'nin şekerleme dolu vitrinine, sokaktan bakarak geçen yolculara doğru çevirip sanki sokağa söylüyormuş gibi: "Teatral ad koyarak, kitap sürümünü, ancak aşağı tabakadan yazarlar düşünebilir!" der.
...
Roman kahramanlarının üçü de XIX. yy. sonu ve XX. yy. başında varlıklı, refah içinde yaşayan kimselerken, yaşamlarının sonlarına doğru sıkıntıya düşerler; hayatla bağları azalır ve hatta sonunda kopar; üstelik her üçü de sonunda zıvanadan çıkar...Ve yokluk içinde yaşamları son bulur...
---
Abdülhak Şinasi'nin bir özelliği de, o kalabalık yalıda bile kendini "yapayalnız" hissettiğinde bir köşeye çekilerek hayaller kurması, kimi zaman da sessizce akşamın "garipliği"ne sığınmasıdır: "Ta o zamandan beri bu akşam saatlerini kendime bir kurtuluş, bir tatil zamanı gibi duymağa ve iç hayatıma dönerek kendi şiirimi yaşamağa alışmıştım.Ve bütün ömrüm bana büyüklerimden gizlediğim bu esrarı gizlemekteki hakkımı (haklılığımı) gösterdi." (Geçmiş Zaman Köşkleri)
---
Araplar, üst üste gelen felaketleri belirtmek için "Allah, bir taşı atınca ötekini eline alır" derler...Bu atasözü Abdülhak Şinasi'nin hayatında da hükmünü icra eder: 1918'de babasını kaybeder...1922'de, Nigar Hanım'ın yalısında çıkan yangın söndürülemez ve Abdülhak Şinasilerin yalıları da yanar...Bu arada Hisar'ın kitapları ve hazırladığı yazılar da kül olur...
---
Evlenip çoluk çocuğa karışmayan Hisar, tek başına yaşlanan bir insanın yalnızlığını ise "Fahim Bey ve Biz"de şöyle dile getirir: "Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, kalabalık içinde hasıl olan yalnızlığını, kendi mahallesinde peyda olan yalnızlığını duymaya başlar.Artık şehirde kimseyi tanımaz olur."
---
Sanki sözcük dağarcığında "sen" yoktu..Hatta muzip bir dostu: "Bizim Abdülhak Şinasi o kadar naziktir ki Paris2teki Seine ("Sen" okunur) nehrine bile "Siz" nehri der." diye bu yanını vurgulamıştı.
Gerçi sohbetlerimiz sırasında "Siz" nehri demezdi ama, bu nehirden söz edeceği zaman: "Hani azizim, Paris'i ikiye ayıran nehir var ya..." der; kendisini rahatlatmak için "Seine nehri" dediğimde: "işte o nehrin sol kıyısındaki Quartier Latin semtinde öğrencilik yıllarım geçti." diye sözlerini sürdürürdü.
...
Kimseye 'bey' veya 'beyefendi'siz hitap etmezdi.Hatta küçük kardeşi Selim Nüzhet'e bile 'Selim Bey' derdi.
---
Abdülhak Şinasi, evlenmeyi daha yirmi yaşına basmadan, Paris'ten Hamdullah Suphi'ye gönderdiği mektupta, önce sağlık durumuyla ilgili: "Bütün hayatım böyle geçecek...Biliyorum ki çok zayıfım, eğer arızasız, dış etkilerden korunmuş sakin bir yaşantıya kavuşursam bile, bunun çok uzun olmayacağını sanıyorum!" dedikten sonra söz evlilik üzerine getirip şunları söylüyor: "Evvela asla evlenmeyeceğim!Hiçbir kadını bütün hayatıma ortak edecek kadar sevmeyeceğimden korkuyorum.Aile hayatının, insanlara mutluluk verdiği görüşüne asla inanamıyorum!Kavgalar, zaman zaman aşkın maddi yönleri, ara sıra mutlu istisnalar; büyük bir akılsızlık, dehşetli bir hissizlik, birbirini bazan aldatmalar, bugün sürdürülen bazı aile yuvalarının işitilmiş örneklerindendir.Ortada bağlayıcı unsur, hastalıkların ilacı olan, aşk kalıyor.Bu ilaç yalnız içilirken bir saadet iksiri oluyor.İstanbul'dayken, aşka inanırdım.Şimdi de inanıyorum.Fakat şu farkla ki, İstanbul'dayken daha az inandığım rastlantı ve istisna sandığım başka bir şeye, burada daha çok inanıyorum ki, o da yalnız dostluktur."
O sıralarda en sevdiği dostu ise Hamdullah Suphi'dir...Bunu, ona gönderdiği mektupta şöyle açıklıyor: "Sana şunu haykırmak ve ilan etmek istiyorum ki, seni benim sevdiğim kadar kimse sevemez."
---
Hisar'da Mikrop Korkusu
"Ona göre elle tutulan her şeyde mikrop vardı.Temizlik ve titizlik tutkusunu, benliğini saran bir virüs gibi ölünceye dek taşıdı" diyen Taha Toros, Hisar'daki mikrop korkusunun el sıkmaya kadar vardığını şöyle anlatıyor: "Hisar, pek az kişinin elini sıkardı.Özellikle laubali sohbette bir eli, hele tanımadığı bir kadın elini sıktıktan sonra, karşısındakine hissettirmeksizin, elini cebindeki küçük bir şişede taşıdığı alkolle veya kolonyayla silerdi.Ondaki mikrop korkusu ölüm korkusu ile eşit gibiydi."
...
Markiz'in karşı köşesindeki Lebon Pastahanesi'nde, daha çok olgun yaştaki sanatçılar toplanmaya başlayınca (Gençler hep çiçek Pasajı'ndadır.), Abdülhak Şinasi "nakl-i hane" edip dostlarıyla burayı mekan tutar...(Hisar, temizliğe olan düşkünlüğünü/titizliğini burada da sürdürür...Gelen çay bardağını, kaynar suyla çalkalamadan çayı koydurmaz!..Hatta Süleyman Nazif'le olan çay "latife"si Lebon'da geçer: Yanlarına gelen yeni garsona Süleyman Nazif: "Aman, der, Beyefendi çok titizdir.Önce demliği iyice yıka, sonra içine koyacağın çayı yıka, sonra da demliğe koyacağın suyu iyice yıka!"
---
Anlatmaktan en çok zevk aldığı anımı, biraz kendini harcayarak naklettiği "travay"la ilgili olanıydı...Biraz kısık sesiyle: "Siz Sermet Sami'nin burada böyle ağırbaşlı, halim selim oturduğuna bakmayın!...Daha Fransız Filolojisi'nden Türkoloji'ye geçtiği sırada bana gelip: "Hocam ben travay için çok kalın, eski Türkçe harflerle yazılmış bir kitap istiyorum!" deyince gerçekten şaşırmıştım...Çünkü bizim öğrenciler hep incecik kitapları okumayı tercih ederlerdi...Sebebini sorunca da: "Eski harfleri okumayı bir an önce sökmek istiyorum!" dedikten sonra, özetini çıakrığ tahlilini yapacağı kitabı da kendisi açıklamıştı."Bilmem Ahmet Mithat Efendi'nin "Paris'te Bir Türk" romanı sizce uygun mu?" 1000 sayfadan fazla romanı okumayı o göze aldıktan sonra ben niye hayır diyeyim ki?..Birkaç hafta sonra güzel ciltli bir kitapla yanıma gelip de elindekini bana doğru uzatınca, herhalde bana bir kitap hediye etmek istiyor diye düşündüm...Meğer bana uzattığı, kitap sandığım şey, "travay" (çalışma/ödev) adını verdiğimiz okuduğu romanın özeti ve tahliliymiş!..1000 sayfayı geçen travayını daktilo edip ciltleterek bana getirmiş!..
Ardından da "Ne zaman travayım hakkındaki değerli düşüncelerinizi öğrenebilirim?" demez mi?..Benim öğrenci travayı okuduğu şimdiye kadar kim duymuş ki?!...Bu vazifeler, öğrenci eski harfleri bir an önce sökmesi için verilir, o kadar!..Daha fazladolmadan bizimki: "Hocam ödevimi nasıl buldunuz?" diye sormasın mı?...Sanki okumuşum da, nasıl bulduğum eksik kalmış!...Çaresiz daktiloda temize çekilmiş 1000 sayfayı geçen ödevi, şöyle bir okumaya başladım.Bir de ne göreyim, bizimki yalnız romanın özetini çıkarmamış, ayrıca da Ahmet Mithat'ın, adını sanını bile hiç duymadığım hangi Fransız romancılardan ne ölçüde yararlandığını da ballandıra ballandıra belirterek tam bir inceleme yazısı hazırlamamış mı?...Böylece de başından sonuna kadar, üstelik de büyük bir ilgiyle okuduğum ilk ve son "travay" bu oldu!
Bu hınzırın elinden neler çektik neler!..."Benim gibi bir hocaya bile "fazla mesai yaptırırdı!.."
Abdülhak Şinasi tatlı tatlı gülümseyerek: "Aman ne güzel yapmış!" deyince, Ahmet Hamdi, yenib ir olayı hatırlamış gibi: "Dedim ya bizimki sıra-dışı bir öğrenciydi...Mezuniyet tezleri, genellikle dördüncü sınıfın başında alınır.Bu, daha birinci sınıfta, üstelik birinci sömestrın ortalarına doğru, bizim odaya gidip Mehmet Kaplan'a: "Hocam, ben şimdiden mezuniyet tezimi almak istiyorum.Bana, hazırlanması çok zaman alacak güç bir konu verin ki dört yılda ancak hazırlayabileyim!" demez mi?...
---
Biraz daha yaşlanınca; belki de daha hoşgörülü olduğundan, evde her işini gören kavruk bir Anadolu delikanlısı olan uşağı Sabri'ye daha muhtaç duruma düşüp çaresiz kaldığından (tıpkı Yahya Kemal gibi; ya da evlenmemiş bütün çocuksuz kimseler gibi; değil evde çocuğa, hatta gittiği yerlerde çocuk sesine bile tahammül edemeyen Abdülhak Şinasi; darlığından/küçüklüğünden hep şikayet ettiği, yakındığı yeni dairesine; uşağının, köyden karısıyla birlikte küçük çocuğunu da getirip yerleştirmesine ses çıkarmamış; hatta küçük çocuğunu tıkış tıkış eşya arasında paytak paytak dolaşışını, üstelik dudaklarına tatlı bir tebessümle izlemeye bile başlamıştı!...
Artık ünlü kahramanı "Fahim Bey" gibi hayattan hayli kopuk yaşıyor; ara sıra da yine evin darlığından yakındığında, bir gün kendisini bir parça teselli etmiş olmak için:
-Üstadım, kapıcınızın beş altı çocuğu ile bodrum katında, tek odada yaşadığını düşününce, sizin halinize bin kere şükretmeniz gerekmez mi? dediğimde, büyük bir hayretle:
-Azizim, beş çocuğu ile bir aile tek odada nasıl yaşar? diye sormuştu.
Bunun üzerine, vaktiyle evimin çatı katında beş çocuğu ile barınan yoksul ama "bilge" karamela satıcısının, aynı soruyu sorduğumda, bana verdiği cevabı tekrarladım:
-Gönlün sığdığı yere her şey sığar üstadım!...
---
"Zaten hatırlamak her zaman biraz tekrar yaşamak değil midir?Mazimiz, hatırlıyabildiğimiz nisbette tekrar tekrar yaşayabildiğimiz hayatımızdır." (Boğaziçi Mehtapları) diyen yazar, yalnız çocukluk günlerini yeniden yaşamaya değil, aynı zamanda kelimelere ruh katarak onları yaşatmaya da başlar.Artık yer ve zamandan büsbütün kopmuştur.Kendisi de: "Biz elli yaşındayken her günümüz kırk yıllık bir gündür.Bunun için ömrümüzün her geçen saatini bütün geçmişlerle darbederek hesap edebiliriz.Hayatımız sırf maddi olduğu iddia edilen bir dünyada değil, gönlümüzde kâh cennetleşen ve kâh cehennemleşen bir alemde geçer." (Çamlıca'daki Eniştemiz)
---
"Vaktiyle Flaubert'e: "Madame Bovary kimdir?" diye sorulunca: "Madame Bovary benim." demiş...Ben de Fahim Bey, Ali Nizami Bey ve hatta Çamlıca'daki Eniştemiz için de "benim" diyebilirim...Fakat bunlar hayatımda görmüş olduğum adamlardır.Bunları hikaye şeklinde anlatırken, isimlerini, hatta hayatlarının bazı kısımlarını, hatta yaşadıkları mahalleleri istediğim şekilde değiştirmişimdir.Ben hikaye yazdım, tarihi hatıra yazmadım.İkisinin arasında büyük fark vardır."
---
Şiirlerinden
-İlk şiirinizi ne zaman yazmıştınız?
-Unuttuğum bir zaman ve tarihte.Mensur yazılar yazmadan evvel.Fakat 1918'de bazı şiirlerimi neşrettim.
-Bunlardan şimdi hatırlıyabildikleriniz var mı?
Sonradan bir ikisini biraz değiştirdim.Onları hatırlıyabiliyorum.Mesela;
HAZANIN VEDÂI
Bu yollarda, bu dağlarda çıkan rüzgarlar
Bir geliyor, bir gidiyor, elveda diyor;
Denizlerden, semalardan akan rüzgarlar
Veda diyor, veda diyor, elveda diyor!
SEMANIN ADASI
Susulan, şaşılan öyle bir an ki
Sanılır kâinat bütün hülyâda.
Bir geniş hülyâda yüzüyor sanki;
Varılır yer midir bu altın ada?
HAZAN SONESİ
Başka dost, başka yar aranmaz derim,
Ey hazan!Yanımda olduğun zaman;
Gözümden gönlüme dolduğun zaman
İstemem başka söz, başka saz derim!
Ağlamak beyhude, geçti yaz derim,
Karşımda sararıp solduğun zaman;
Derdinle saçını yolduğun zaman,
Matemin ye'simden daha az derim!
Her tâli oluyor sonunda mağlup,
Bir ölüm dersidir kanayan gurup,
Bense bir ölüden daha bikesim!
Ömrümden evvelce buluyor zeval,
Vaktiyle, güllerin açtığı mevsim
Hayattan daha çok sevdiğim hayal!
MEHTABIN YÜZÜŞÜ
Bu sular ne kadar güzel Yarabbi!
Suların içinde yüzen bu mehtap
Ruhumun içinde yüzüyor gibi.
---
-En çok hangi eserinizi seviyorsunuz?
-Boğaziçi Mehtapları'na ayrı bir muhabbet duyuyorum.
-Çamlıca'daki Eniştemiz'in otuz dördüncü sayfasında: "Bir gün kalplerinin durarak vücutları soğuyunca ruhlarının da söneceğini düşünmek hatırlarından bile geçmezdi." diyorsunuz.Bu cümlenizdeki fikri biraz izah eder misiniz?
-Yaşarken ruhumuz var.Fakat ölünce ruhumuzu kaybediyoruz.Ninelerimiz bunun tersini düşünürlerdi.
-Yine o eserinizin on yedinci sayfasında "tozlu" camilerde namaz kılmayı "güç" buluyorsunuz.Hiç namaz kıldınız mı?
-Hayır, hiç namaz kılmadım ve câmie de gitmedim.Yazık ki ben mutekit değilim.Namaz ile öteki dünya dedikleri yere gidileceğini ummuyorum.Fakat bu mani değildir ki hemen bütün insanlar gibi ben de her gün ve her gece Allah'dan niyaz rica ve duadan geri kalayım...
---
"...Başımızın üstünde, yuvarlak, parlak ve gittikçe koyulaşan gökyüzünde birçok yıldızlar açarak inanılmaz bir güzellik ve sihirle parıldamaya başlardı.Ben susardım.Kenan illerinde Yakup ile Yusuf'un maceralarını gösteren bir takım gravürler vardır.Eğer bunlara bakarak o mukaddes tarih alemini duymadınızsa ben size o muhitten aldığım hisleri nasıl duyurayım?Kendimi böyle kudsi bir zaman içinde sanır ve ailemin efradını Kısas-ı Enbiya eşhası ile karıştırırdım." (Geçmiş Zaman Köşkleri)
"...Ada, benim için yadettiğim bu eski zamanda, ancak benim gözlerimin seçtiği gizli bir takım varlıklar ve mahluklarla doluydu.Bir ağaç kabuğunda gülen bir ağız, birkaç dalın teşkil ettiği bir kümede sallanan bir çocuk, bir duvarın sıvasında yeisli bir takım hayvanlar ve ağlaması dinmeyen bir sürü maskeler, bir evin cephesinde ciddi ve hüzünlü bir çift gözün üstünde çatılmış iki hançerkaş görürdüm.Ve böylece başkalarına gizlenen fakat bana işaret eden, gülen, söyleyen gözler, ağızlar, yüzler, vücutlar ve ruhlardan yapılma bir takım tanışlarım vardı.Bunların esir bulundukları köşelerinde kendilerine mahsus ömürlerini sürerler ve ben yalnız benim için yaşayan bu mahlukların gizlendikleri yerleri bilir ve önlerine gelince onlarla görüşürdüm.Bütün hayatlar gibi, onların ömürleri de yavaş yavaş, başka şeylere inkılap ederek dağılır ve geçer ve bazan da yerlerine başkaları doğar, hemen her mevsim yeni bir hayalet nesli açardı." (Geçmiş Zaman Köşkleri)
"...Evin alt kattaki bir odasında o zamanlar gülünç bulmadığım bir levha asılıydı: "Birbirine girdiler, dolâblerle âbler - Âbler galip gelince döndüler dolâbler!" ben bunu ezber bildiğimden, misafirleri bu levhanın önüne götürerek okumak taklidi yapardım.Ve bilmem bu mısralar mı, okumak tarzım mı, onların hoşuna gider, bana gülümsiyerek: "Âferin!" derler ve bazan da "Nasıldı, dolâblerle âbler?..." diye sorarlar, tekrar ettirirlerdi." (Geçmiş Zaman Köşkleri)
---
Abdülhak Şinasi 1898'de Galatasaray Sultanisi'ne girer.Yazarın buradaki durumunu okul arkadaşı Gaziadi şöyle anlatıyor: "Galatasaray'ın dördüncü sınıfında bulunduğu sırada edebiyatla meşgul oluyor, ruhi ve fikri bakımdan tercih ettiği şeyler dikkati çekiyordu...Vücut bakımından nahif, hareketleri zarif ve ince itinalı giyimli ve daima nezaketle gülümseyen, bazı arkadaşlarının kaba hareketlerinden ıztırap çeken bir çocuk."
Bir Anı
...Yine öğretmenlerinden birisiyle ilgili acı bir Galatasaray anısı vardır: "Bir gün Galatasaray'da Arabi hocamız Mecit Efendi derse her zamanki eski cübbesi yerine yepyeni, pırıl pırıl, lacivert bir cübbe ile gelmişti.Bu, orta boylu, orta yaşlı, sert sakallı, beyaz sarıklı, etrafları kendiliğinden sürmeli gibi gözlü, mutekit ve inatçı nazarlı ve tamamen bir papağana benzeyen kocaman başlı bir adamdı.Ders arası bahçeye çıkmış, yine kendisinin vereceği ikinci derse girmiştik.Merhametsiz bir talebe, siyah tahtaya, tebeşirle şunu yazmış bulunuyordu:
"Merkep o merkep, semer değişmiş!"
Mecit Efendi bunu görünce pek ziyade müteessir oldu.Başı, fena halde kabarmış bir papağan halini aldı.Ders nazırını çağırttı.Bunu kimin yazdığını bulmak müşkülatından ders nazırı Cemil Bey, gülmemek için dudaklarını ısırarak: "Hocam, yazan kendi ismini yazmış!Allah onun cezasını verir" diye tahtadaki yazıyı sildirtmekle iktifa ederek çekildi, gitti.Zavallı Mecit Efendi'nin isteği, imkanı olmayacak mutantan bir adalet sahnesiydi.Bundan mahrum kalınca, yeni cübbesi içinde aczinden ne yapacağını bilmediğini, kalkıp gitse, nasıl bir daha dönebileceğini düşünerek ağlıyacak kadar müteessir olduğunu görüyordum.Ona o kadar acıdım ki ağlamağa başladım ve gözlerim yaşarırken bunu benim yazdığıma zahip olarak nedamet hissiyle ağladığıma mı hükmeder diye korkuyordum, fakat yine bu zavallı adama ağlamıya devam ediyordum." (Mustafa Baydar, A. Ş. Hisar'la Bir Konuşma, Varlık, 1 Temmuz 1952)
---
Abdülhak Şinasi eserlerinde, çoğunlukla geçmiş zamandan bahsettiğinden Proust'un etkisi altında kaldığı "klişe" olarak ileri sürülmüştür.Önce şunu belirtelim ki her geçmiş zamandan bahseden yazar "Geçmiş Zaman Peşinde" yazarının etkisinde değildir.Aynı duyarlıkta iki sanatçı, birbirlerinden uzakken de aynı şeyleri hissedemezler mi?Nitekim Abdülhak Şinasi, Gonçarov'un Oblomov'unu bilmez.Fakat Fahim Bey Oblomov'a benzer...
---
Şiirlerinden
SEMANIN GÜLÜ
Hep sükût içinde yanan bu şûle
Dokunsak dağılır bir hazan gülü
Bîhûde sessizce solsun mu böyle?
YAZIN VE AŞKIN ÖLDÜĞÜ GECE
Gurubun bu kanları,
Kanayan hicranları,
Bu sükût, bu ürperme,
Dökülen küller kime,
Çağlayan hazana mı,
Aşkımız sönmek diler,
Yıldızlar, bu kandiller
Bu öten bülbül neye?
Söylediği mersiye,
Bu aşkın başına mı,
Size midir, bana mı?
---
Aşk İmiş Her Ne Var Alemde
...İkinci Mahmud zamanında Ferruh Efendi'nin Ortaköy'deki yalısında toplanan şiir severler, edebiyatımızın en güzel mısra ve beyitlerini seçip Nevadür'ül Asar adı altında yayınlarlar.Yine bir gün bir araya gelip hazırladıkları antolojinin en güzel mısraını seçerler.Bu, yazarı belli olmayan:
"Bugün şâdım ki yâr ağlar benümçün."
mısraıdır.
...
Bir istiyor insan onu, bir istemiyor, ah!
Sevmek dahi doğmak gibi, ölmek gibi bir şey!
Cenap Şehabettin
...
Seherde bağa geldi seyre canan
Neler seyr eyledi bidâr olanlar!
Esrar Dede
...
Derdimiz canane söylenmiş, deva söylenmemiş,
Macera söylenmiş amma, müddeâ söylenmemiş!
Tayyar Paşa
...
Bezm o bezm, ahbab o ahbab, işret ol işret değil;
Mey o mey, saki o saki, halet o halet değil!
Pertev
...
Meyhane yıkıldı mest ayakta!
Abdülhak Hamid
...
Gönüldendir şikayet, gayrıdan feryadımız yoktur!
Nevi
...
Görmemek yeğdir görüp divane olmaktan seni!
Sabit
...
Görsem seni helak olurum, görmesem helak!
Vasıf-ı Enderuni
...
Biz âleme bir yar için ah itmeğe geldik!
Yenişehirli Avni
...
Bülbüller öter, güller açar, şâd gönül yok.
Biz böyleliğin görmemişiz fasl-ı behârın!
Şeyhülislam Yahya
...
Sende mi hâlâ esir-i zülf-i yâr olmaktasın?
Uslan ey dil, uslan artık, ihtiyar olmaktasın!
Recaizade Ekrem
...
Geldi ammâ neyleyim sensiz behârın şevki yok!
Recaizade Ekrem
...
Kani ol gül gülerek geldiği demler şimdi,
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz!
Şinasi-i Kadim
...
Seni söyler bana dağlar, dereler!
Recaizade Ekrem
---
"O iyi bir ana babadan doğmuş olduğu için, ruhu vücudunun cürufundan kurtulunca, asıl mayası meydana çıkmıştı.Ve bu iyi bir maya idi.O artık saf bir öz kalmıştı."
Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği
...
"Nereye gömüldüğünü ise bilmiyorduk.Zira o bizim ve bütün "familya"sı için evvelden ölmüş ancak bir hatıraya inkılap etmiş sayılıyordu."
Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği
...
İşte, Abdülhak Şinasi Hisar, bu soydan bir rahat endişeyledir ki Ali Nizami Bey'i, insan oğlunun eşyada kendi mahiyetini sezebildiği yepyeni bir plana oturtuyor.Beşeri şartımızın facialı karakterini azdırarak, onu "hafıza"nın alabildiğini geriye uzandığı bir ülkede gezdiriyor.Belli ki, başlıca emeli, fani eşyaya bir temaşa değeri kazandırmak ve kainatı beşerileştirmektir.
Nazım Kemal (Yeni Sabah, 15 Aralık 1952)
---
Usaresini bir hafıza ve muhayyele hazinesinden alan üslup ve Ali Nizami Bey'in garip hayat macerası, okuyucuyu, Ali Nizami Bey'i her akşam Büyükada'ya taşıyan vapurun peşinden çizilen köpük şeridi gibi sürükleyip götürmektedir.
Çelik Gülersoy (1952)
---
"...Bu sabah saatlerinde böcekler bile daha hamarat ve daha neşeli öterlerdi.Biz ağustosböceklerinin ne dediklerini sarahatle anlardık.Büyükler bunu duymasalar ve gülerek inkar etseler de, biz, onların söylediklerini sanki duymuyor muyduk?Ağustos böcekleri, hep bir ağızdan, aynı sözleri tekrar ederlerdi: "Karıncacık -buruncacık- bana kaba- etli dedi- dedi, dedi, - dedi, dedi..." Çamlıca'nın asude zamanları bu seslerle dolardı.Ağustos böcekleri bu parıltılı altın sesleriyle, geçen bu nazlı saatleri güya örer, işler ve onları hafızalara, ruhlara iliştirir, dikerdi.Öyle ki biz bu yaşadığımızı sonu gelmiyecek zamanlar sanırdık.Gözleri kamaştıran güneş aydınlığında bu sesler küçük kubbelerinin bitmez tükenmez teselsülünü açar ve parıldatırdı.Çamlıca, lezzetten baygın bu günlerinde, bu görünmez böceklerin ve kuşların dinmeyen sesleriyle, şüphesiz bütün tabiatı dile getiriyordu.Yeryüzündeki mahluk cinsleri birbirlerine kardeş olmadığından bizim duygularımızdan habersiz böcekler sırf kendi ömürlerini sürerek çıkardıkları seslerle hayat ilahisini, sanki bir tente gibi, yerden göğe geriyorlardı."
Çamlıca'daki Eniştemiz
...
Dilimizde (pirinç üzerine Fatiha yazmak) diye bir tabir vardır.Çamlıca'daki Eniştemiz muharriri pirinç üzerine yazılan fatihanın bu eseriyle tefsirini yapmıştır; yani zamanına göre deli, yine zamanına göre akıllı olan bir adamın hayatını inceden inceye tasvir ederek Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerinde saray ve hükümet erkanının karargahı olan Çamlıca'yı ve o devrin insanlarını, adetlerini, yaşayışlarını, sevinçlerini ve kederlerini anlatmıştır.Bu suretle çifte hüviyetli bir adamın hayatından (355) sayfalık bir eser yaratmıştır.
Asım Us
(Vakit, 12 Kasım 1944)
...
Aşağı yukarı Fahim Bey ve Biz dışındaki bütün yazdıkları onun, artık özlemini çektiği bu dünyayı anlatmasına birer bahanedir.Belki Abdülhak Şinasi Hisar'ın suçu yalnız bu kadarcıktır.O dünyanın özlemini çekmek.Bu kadar, Çamlıca'daki Enişte'si bir bahanedir.Kitap ne romandır, ne de hikaye.Öyle bir kitaptır.Abdülhak Şinasi Hisar'ın dili bile, şimdi acı acı özlemini çektiği o dünyaya bağlıdır.
Turgut Uyar
(Forum, 1 Mart 1957)
---
1941'de yayınlanan Fahim Bey ve Biz, 1942'de C.H.P'nin roman vi hikaye yarışmasın üçüncülüğü almıştır.Bu konuda Taha Toros, şu ilgi çekici ayrıntıyı anlatmaktadır: "İlk elemede jüriden 19 oy almışken ikinci elemede Hisar'ın eseri üçüncülük ödülüne layık görüldü.İlk elemede Abdülhak Şinasi Hisar'ın 'Fahim Bey ve Biz' adlı eseri, jüriden 19 oy alırken, Peyami Safa'nın bir romanı 4, diğer romanı 2, Reşat Nuri'nin bir romanı 3, diğer romanı 2 oy almışlardı.Jürinin 23 üyesi, son elemede (9 oyla) birinciliği Halide Edip Adıvar'ın 'Sinekli Bakkal'ına, ikinciliği (8 oyla) Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 'Yaban' adlı romanına, üçüncülüğü (6 oyla) Abdülhak Şinasi Hisar'ın romanına vermişlerdi.
...
Fahim Bey ve arkadaşları morga kaldırılmış ölüler gibi ruhlarının her köşesinde yoklandılar, didiklendiler.Onlar tıbbi bir tecrübe için kendini doktora teslim eden fedakarlardır.
Hamdullah Suphi Tanrıöver
(Akşam, 15 Haziran 1943)
...
Bir gün Abdülhak Şinasi Hisar'a Fahim Bey'in gerçekle münasebetini, hayali ve hakikilik derecesini sormuş ve üstaddan şu cevabı almıştım: "Bazıları Fahim Bey'de kendilerini ve tanıdıklarını buldular.Hatta benim kendisini tanımadığım biri bile kendisinin bu Fahim Bey olduğunu iddia etmiş."
Enver Naci Gökşen
(Son Posta, 26 Ağustos 1955)
---
"Köşkün bazı odalarında da yerlerinden kaldırılamıyacak kadar geniş, sarı, saç karyolalar, sedefli ve oymalı siyah tahtalarının kenarlarını kurtların didiklemiş olduğu dolaplar ve mermer masaları üstünde duvarlara dayalı büyük aynalar vardı.Bu aynaların bazıları kendilerine bakmış gözlerle o kadar aşınmış gibiydiler ki, artık orada ancak bir eski zaman kendini görebilirmiş gibi üstlerini tüylerin bir türlü kaldıramadığı bir tozla kaplamıştı." Geçmiş Zaman Köşkleri
"San'at yeryüzünde kâfi tesellimizdir." Geçmiş Zaman Köşkleri
GEÇMİŞ ZAMAN FIKRALARI / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
*Gecesini Nasıl İdare Edeyim?
Evvel zaman içinde, muhtelif vilayetlere gönderilmiş bir vali, ahaliye zulmeder, hakimler, bilhassa idam kararlarına imza vermezler, onunla hiçbiri geçinemezlermiş.O esnada o kadar mürtekip bir hakim türemiş ki Babıali, hah, bunu onun yanına gönderirsek biri istediğini alıp keser, öteki de çalıp çırpar, birbirleriyle anlaşırlar!Diye mürtekip hakimi o gaddar valinin idare ettiği vilayete göndermişler.V filhakika Babıali aradığı rahata konmuş.Vali ne yapsa, hakim onu imzalar ve hiçbir şikayet mevzuu duyulmazmış.
Fakat, günün birinde kendi imzası alınmadan astırılan bir adam gören hakim: "Aman paşam, kimbilir o mendebur da ne haltlar etmiştir.Günahını söyleyin de idamını derhal imza ile göndereyim" demiş.Vali, "Bundan büyük edepsizlik olur mu?Rüyamda onun bulunduğu odaya girdim.Herif oturduğu yerden ayağa bile kalkmadı!" deyince, hakim imzasını atar atmaz, evine koşmuş, "Aman karı, pahada ağır, yükte hafif, ne varsa bunları topla, yarın sabahtan evvel vilayetin hudutlarından dışarıya varmalı;" demiş, "Zira, herifin gündüzünü idare edebilirim ama, rüya gecesini nasıl idare edeyim?" (s. 20).
...
* Orta Yaşlı Adamı Nerede Bulmalı?
O zamanki insanların idam korkusu Sultan Mahmut'tan ziyade Halet Efendi'den gelirmiş.O idam kararlarının şefaatçilerine kızar: "Genç oldu mu, acırsınız; ihtiyar oldu mu günah dersiniz.Peki, idam olunmak için her zaman orta yaşlı adamı nerede bulmalı?" dermiş. (s. 58).
...
* Bir Eski Zaman Zarfı
Koca Hüsrev Paşa'nın adamlarından bir Ali Rıza Paşa varmış.Kendisini, çocukluğunda sünnet olunacakken, Paşanın elini öptürmeğe göndermişler.Onun eski zaman ihtişamını herkes bilirmiş.Hüsrev Paşa: "Evladım, ben fakir düştüm.Bir şeyim kalmadı." diye, anahtarlı bir dolap açıp karıştırmış.İçinden bir gümüş divit, bir de murassa bir fincan zarfı vermiş."Bunları satsınlar da, ihtiyacını tatmin etsinler." demiş.Bu divit ve fincan zarfının getirdiği para ile o adam sünnet olmuş, sonra Hacca gitmiş, sonra İstanbul'da bir ev satın almış ve sonra, yine bu para ile evlenmiş. (s. 82, 83).
...
* Filozof Taklidi
Tevfik Fikret'e: "Rıza Tevfik kendi imzasının başına Feylesof kelimesini ilave ediyor.Bu, olur mu?" diye sormuşlar.Fikret: "O bir zamanlar Arnavut taklidi yapardı, şimdi de filozof taklidi yapıyor!" demiş. (s. 212).
...
* Rıza Tevfik'in Payesi
Polisler Rıza Tevfik'in bir ramazanda oruç tutmayarak yemek yediğini görmüiş, kendisini tevkif etmek istemişler.O: "Ben Yahudi'yim!" demiş.Polisler bir Yahudi'yi teşvik eder: "Git şu adamla konuş, bakalım Yahudi mi?" demişler.Yahudi, Rıza Tevfik'le konuşmış.Ve o da kendisine ne söylediyse söylemiş ki, gelip cevaben: "Halis Yahudi, hem de haham!" diye tezkiye etmiş. (s. 212).
...
* Fuat Paşa
Keçecizade Fuat Paşa hem doktor, hem memur, hem ticaret adamı, hem de devlet ihtişamını muhafaza eden bir Tanzimat adamı, hem alafranga hayata en muvaffakiyetle intibak eden bir alafranga adam, hem Sadrazam, hem Hariciye Nazırı, isterse gazel ve tarih yazar, isterse Fransızca espriler söyler, Kanlıca'daki yalısında suareler tertip eder, Beyazıt'taki (sonra Maliye Nezareti olan) konağı Avrupa Nezaretlerine benzerdi.Fuat Paşa zeki, zarif, kudretli, neşeli sözler söyler ve alışılmadık cesaretli hareketlerde bulunurmuş."Lüzumlu olunca asker olup kılıç taşıdığım gibi, yarın lazım olursa Şeyhülislam olup sarık sarmayı da bilirim" dermiş. (s. 95).
---
GEÇMİŞ ZAMAN EDİPLERİ / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
* Ahmet Haşim'in Son Zamanları
Ahmet Haşim senelerden beri Kadıköyü'nde oturuyordu.Günün en çok güzelleştiği akşam ve gurup saatlerinde, bir dostunun evinde yahut bir gazinoda bulunduğu, dolaştığı ve görüştüğü sırada birden sözünü keserek ve boynunu bükerek:
-Vapur vakti geldi!
Derdi.Onu böyle vapuru kaçırmak kaygusiyle dakikalarını hesaplarken kaç yüz kere gördüm.
Oyunundan ayrılmayı istemiyen bir çocuk gibi son saniyeye kadar durur, sonra koşarak vapura yorgun argın yetişir, yahut yetişemez ve öfkesinden kızarmış bir yüzle Galata'da köprü başındaki Genio kahvesinde sonraki vapuru beklerdi.Sanırım ki her vapur kaçırışında beceriksizliğine hükmedişi artık hayatta muvaffak olamıyacağına kanaat getirmesinin sebeplerinden biri olmuştur.
...
Bir hakikat varsa onun birçok kereler güya ister ve teşebbüs eder gibi olduğu halde Kadıköyü'nü ve buradaki apartımanını her türlü bırakamamış olmasıdır.Ahmet Haşim bu tercihinin ruhi amillerini bana karşı şöyle hikaye ve tahlil etmişti:
O, akşamları yorgun ve öfkeli Kadıköy vapuruna binince sanki terliklerini ve gecelik entarisini giymiş gibi kendisini rahatlatmış, ferahlamış duyarmış.Akşam;
Bir sırma kemerdir suya baksam
Bu vapur ipek suları yararak geçerken, güya kendisini arkasına takmış da bu suların içinden sürüklüyormuş gibi, şehrin olanca tozlarından ve kirlerinden yıkandığını, günün tekmil zehirlerinden kurtulduğunu duyarmış.İskeleye çıkınca artık edebiyat ve matbuat aleminin hummalı dedikodularından uzaklaşmış, kadınlı, mahalle arkadaşlı, sakin, masum bir muhite erdiğine, burjua bir nevi "O belde"ye kavuştuğuna kanaat edermiş.
Burda bulduğu muhit ve sevdiği iklim, belki haklı olarak tercih ettiği bir "iptidaî beşeriyet" seviyesiydi.Burada şehirdeki şehirli rüzgarlar esmiyordu.Kendini mahalle komşularının asude havası içinde, nisbeten masum, muvakkat bir nevi emniyette hissederdi.Ve ihtiraslarını tutuşturan şehirle tasavvur ve tahayyül ettiği "O belde" arasında burası onca Arafat gibi bir yerdi.Şehirle bu semt arasına suyun doldurduğu bu küçük fasılanın onca böyle büyük bir hissi kıymeti vardı.Zira şairler çok kere hakikate tahammül edemezler ama kendilerini hemen daima koruyan, kurtaran bir muhayyileleri vardır.
(Varlık, sayı: 41, 15 Mart 1935)
Vaktiyle Ahmet Haşim bir akşam yolda rast geldiğimiz kör bir dilenciye titreyerek acımıştı: "Bu hayata nasıl tahammül eder?" diyordu.Geceleri karanlık bir körlük gibi varlığını istila ederek onu dünyasından ayırınca öleceğini bilen bir hasta hülyasının alemine dalıp rüya görmeden uykusuz ve siyah bir geceye nasıl tahammül edebilir?Bir dert gibi duyduğu hayatını da ayrı bir dert gibi duyduğu ölümünü de teselli eden bir sevgiyle unutmak ihtiyacında değil midir?
(Varlık, sayı: 42, 1 Nisan 1935)
---
* Mehmet Rauf
...
Mehmet Rauf'un Fikret'le bir sıhriyeti vardı.Onun halası, yahut halasının kızı olan Sermet Hanım'la evlenmişti.Fakat Fikret bana: "Rauf "halamın" yahut "halamın kızının kocasıdır" demez, "akrabamdan bir hanımla evlidir" derdi.Bu izdivaç pek hayırlı olmamış ve onlar galiba az zamanda ayrılmışlardı.Bu yüzden Fikret, Mehmet Rauf'a darılmış ve onu uzun müddet affetmemişti.Hatta, sonra affetmiş olduğunu da bilmiyorum.
...
Bir defa da Büyükada'da aşık olduğu kadınla münasebetleri, yahut münasebetsizlikleri yüzünden Mehmet Rauf, intihar etmek karariyle, dostlarına ayrı ayrı birer veda mektubu göndermiş ve bu yüzden herkesin diline düşmüştü, bu, daha Meşrutiyetten evvelki zamanlardı.O vakitki cemiyetimizde büyük bir tesanüt duygusu vardı.Bir yazarın intihar etmek istemesi niceleri alakadar etmişti.Bu, günün birinde Halit Ziya'nın Reji'deki küçücük odasına her zaman tutumlu olan Hüseyin Cahit büyük bir buhran içinde gelmiş, bir köşeye oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.Kendisine ölmek kararını yazmış olan Mehmet Eauf o esnada ya ölmüş bulunuyor, ya şimdi ölüyordu.Yarabbi!Ne yapmalıydı ki onun Büyükada'daki küçük evine derhal yetişebilmeliydi.Çünkü o saatte pencereler kapanmış, mangalın kömürü çoktandır tütmeye başlamış olacaktı.Biraz daha geç kalınsa zavallıyı kurtarmak imkanı olmıyacaktı.O vakitlerde telefon yoktu.Pekiy ama, telgraf vardı.Büyükada'daki resmi makamlara telgraf çekmek neden hatıra gelmemişti?İstibdat idaresinde Mehmet Rauf, belki intihar etmek isterken bile, polis karakolundan korkmuş olacaktır.Polislere telgraf gönderilse, onun belki bu intihar etme korkusunu bile kaçırmış olacaktı.Neden dolayı oraya bir telgraf çekilmediğini bilmiyorum.Bu hadiseyi bana Halit Ziya anlatmıştı.Ben de "Bu düşüncesizlik neden oldu?" diye sormadım.O sırada Adalar'a giden bir vapur bulunmuş.İskeleden heyecanla koşa koşa belki en son dakikalarda yetişebilmişler.Kapıyı zorlayrak içeri girmişler.Camları açmış, kömür mangalını kaldırmışlar.Yüzü yemyeşil, gözleri kapanmış Mehmet Rauf'u odadan ölü gibi çıkarmışlar ve kendisini doktor Celal Muhtar'ın tedavisine bırakmışlar.Mehmet Rauf'un intihar macerası aralarında günlerce konuşulmuş.
...
Refikasının yazdığı bir mektubuna göre, bir ayın on üçüncü gününde, Rauf, "Son Yıldız" ünvalı romanının bir cümlesinde: "Perişan" kelimesini yazarken, birden bire, müşterek yıldızları sönmüş ve kendileri perişan olmuşlar.Zavallının eli tutulmuş ve kendisine felç gelmiş.Anlaşılıyor ki bu mektubu yazan zavallı da pek edebiyatperest bir kadınmış.Edebi bir mektubun insanlara büyük bir tesir edeceğine kani görünüyordu.Çok tesir edeceği ümidiyle Ruşen Eşref'e pek dikkatle ve tam bir Edebiyat-ı Cedide cümleleriyle yazdığı mektubu, feci hakikate rağmen insana adeta bir tasannu hissini veriyor, ve ne hazindir ki bütün bu yazdıkları, eğer mümkün olsa etmek istediği tesirin aksine olarak, samimi ve hakiki bir mektup değil de, bir edebiyat vazifesi sayılabileceğiydi.
---
* Süleyman Nazif
...
Şair Nabedit, Süleyman Nazif'e demiş ki: "Bak, sen benim hece vezni şiirlerimi beğenmiyorsun ama, Ali Elrem okumuş, ağlamış!" Süleyman Nazif demiş ki: "Sen anlayamamışsın, ağlamışsa o, şiirin bu hale düşmesine ağlamıştır."
Süleyman Nazif'in lisan hakkındaki taassubu harikulade bir dereceye varırdı."Ermenilerin Türkçe'yi nasıl konuştuklarını bir kere işitmek eskiden yapmış olduğumuz rivayet edilen bütün Ermeni mezalimi hakkında bize hak vermeye kafi gelir!" der ve gene der ki :"Eski zamanda bizim Ermeniler'e etmiş olduğumuz eza ve cefayı onlar lisanımızdan kat kat çıkarıyorlar!"
(Milliyet, 21 Nisan 1931)
---
YAHYA KEMAL'E VEDA / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
Tanıdığımız bir Feridun Bey vardı.Mısırlı bir prensesle evlendi.Mısır paşası oldu.Biz paşalığı ilga edince telefon defterinde isminin yanına general olduğu yazıldı.Yahya Kemal:
-Mısırlıların Feridun Bey'i, paşa yaptıklarına biz şaşmıştık, şimdi de biz ona general deyince Mısırlılar şaşıyorlar! Diyordu.
...
Mithat Cemal'in bir romanı otuz gündür intişar ederken artık tahammülüm kalmadı diyenler olmuş.Yahya Kemal:
-Ben onun şiirine otuz senedir tahammül ediyorum.Siz nesrine otuz gün tahammül edemiyorsunuz! demiş.
...
Yahya Kemal:
-Doktorlara sorarsanız karaciğer mükemmel, kalb mükemmel, böbrek mükemmel, tansiyon mükemmel! Yalnız ben berbat bir haldeyim!
diyordu.
...
"Ahmet İhsan poker oynar, nasıl oynarsa sabi
Kazanırken asabi, kaybederken asabi."
...
Abdülhak Şinasi Hisar ile Çalışkanlık-Tembellik Üzerine
-Çalışkan bir talebe miydiniz?Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız?
-Çalışmak, çalışmamak gibi kelimelerin lugat manaları ile bunların hayatımızda alışkın olduğumuz delaletleri ayrı ayrıdır.Galatasaray'da lisan, Fransızca, Farisi, kitabet, edebiyat, akaidi diniye derslerinden kolayca mükafatlar kazanırdım.Zaten bunu kimse istememiş bulunmadığı halde "Rübabı şikeste"yi hemen hemen ezber bilirdim.Tarih, coğrafya gibi muhakemesi güç olmıyan dersler, hafıza yardımiyle bilinen şeyler de hayli kolay gelirdi.Bana, iyi çalışıyorsunuz! derlerdi.İyi anlamıya muvaffak olmadığımız şeyleri ise yapmıya uğraşmak çalışmak mıdır?Uğraşamamak çalışmamak mıdır?-Galatasaray'da isimleri Fransızca söylenen mesela "Jeometri", "Aljebr" gibi dersler oldu mu müşkülat başlardı.Bazı arkadaşlarla beraber hocalarımızdan hususi dersler almadan sınıf geçemezdik.Başkaları belki buna hiç çalışmamak diyeceklerdir.İnsanlar arasında bütün hayat boyunca gülünç veya feci anlaşmazlıklar devam eder.Bazıları asıl ciddi saydıkları işleriyle o kadar candan uğraşırlar ki ötekine berikine ziyaretler yapmak ve şahsi menfaatleriyle meşgul olmak imkanını bulmazlar.Ve bundan dolayıdır ki başkaları, kendilerinin lüzumlu telakki ettikleri şeyleri yapamadıkları için bu gibilere "tembel!" derler.
---
"Evvelce hiç tanımadığım ve isminden maada kendisinden bahsedildiğini hiç işitmediğim bir zat: "Ben Fahim Bey'im...Vak'a benim başımdan geçen vak'a; fikirler, benim fikirlerim, hatta bir rüyadan bahsediliyor ki onu bile ben görmüştüm.Muhakkak; ama kim bunları anlatmış ve o da yazabilmiş?" dermiş.Senelerden sonra bu zat ile konuşarak görüşebildim.Benim bu eski personajım şimdi yeni bir dostum oldu."
---
"Hayatları hala tabiatın lütfuna veya kahrına göre insanların ruhlarında ezeli bir rahatlık çağlar." Boğaziçi Mehtapları
---
"Abdulhak Şinasi'nin evinden çuval çuval çıkarılan notlarının, yazılarının ancak son çuvalına yetişebildim!" Yaşar Nabi
Ne kadar hazin bir son!...
---
6 Mayıs 1921'de, İleri'deki "Kahramanların Verdiği Ders" başlıklı yazısında, Yunanlıların Anadolu toprağını istilaya başladıkları sıradaki duygu ve düşüncelerini Mehmetçiğin durumunu şöyle anlatıyor: "Bugün burada aynı gaye için çırpınan bizleriz, vuruşan onlardır; dua eden bizleriz, harp eden onlardır., hesap eden bizleriz ve ateşe karşı göğüs geren onlar!.."
...
KİTAPLAR VE MUHARRİRLER II / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
Süleyman Nazif Üzerine
...İttihatçıları hiç sevmediğini söylemiştim.Belki bu saikle, belki de hatırladığı bir nükteyi sarf etmeden feda etmeye zevki müsaade etmediğnden, belki de sadece latife olarak, şimanlığı malum olan esbak Hariciye Nazırı Halil Bey'e hücum ederdi."Halil Bey yüz elli okka sıkletinde bir sığırdır!" derdi.
Aynalı Halil Bey için, 'Enver Paşa ile Talat Paşa Cermenofil, Cemal Paşa ile Cavit Bey Frankofil, 'ya Halil Bey nedir?' diye sormuşlar, 'O sadece fildir!" diye cevap vermiş.
...
Süleyman Nazif, kendi akrabasından olan Ziya Gökalp'in ilmine inanmaz, fikirlerini beğenmez ve şiirini sevmezdi.Bu üstat için bizim duyduğumuz hürmet ve muhabbetten onda eser yoktu.Hatta o bizim hissiyatımızı safdilane bulur ve bize şaşardı.'Ziya Gökalp zaten deli idi.İntihar etmek için beynine sıktığı kurşun, alnında kalınca büsbütün çıldırdı!' derdi.
---
Ahmet Haşim Üzerine
27 Haziran 1936'da Ağaç dergisinde yayınlanan "Edebiyata Dair Fıkralar ve Düşünceler" başlıklı yazısında Hisar, Ahmet Haşim'in "rakip"leriyle gizli kıskançlığını açıklayan hoş bir fıkra anlatıyor: "Ahmet Haşim'in kıymetli arkadaşı Ahmet Bedi hasta ve Yakup Kadri İsviçre'de tedavide iken, Yahya Kemal'in de hastalığı haberi gelince Ahmet Haşim'in müthiş kıskançlığı birden feveran ederek beyni dönmüş.Vücuduna düşmüş ve kendini kemirerek bu arkadaşlarının hepsinden evvel kendini devirecek kurdu bilmeyen zavallı şair, Ahmet Bedi'ye, 'Monşer' diye bağırmış, "hepiniz hastasınız, hepinizin asabını inceletecek bir gizli sebebiniz var da, yalnız ben hasta değilim!" (s. 425)
---
Yine bu ciltte de bol paradokslu çok güzel özdeyiş niteliğinde özlü sözler var...Bunlardan bir kısmı metinler içinde geçiyor, bir kısmı da bağımsız başlıklar altında verilmiş...İşte birkaçı:
"En derin kinler, bozulmuş muhabbetlerdir." (s. 65)
"Müstebit idareler, zulümleri nispetinde maskara olurlar." (s. 139)
"Edebiyatta hiç kimseye benzememek bir gayedir...Lakin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi var!" (s. 435)
"Şairler çok kere göklerde ve ruhlarındaki yıldızları toplamak isterler.Fakat kopardıkları yıldızların, ellerinde ve nefislerinde birer birer söndüklerini görürler.Nihayet ellerine bir gül gibi yanan bir yıldız geçti mi, bütün semayı kendilerinin olmuş sayarlar." (s. 436)
"Menba, kendinden çıkan suyun tuttuğu yola bakar ve mahzun olur.!" (s. 440)
"İnsan uzun müddet, ancak kendisini aldatabiliyor." (s. 442)
"Tecrübe bir şeye yararsa, bir şeye de mani oluyor.Çok kere cesaret için tecrübesizlik lazımsa, muvaffakiyet için de çok kere cesaret lazımdır." (s. 442)
"Değerli ölüleri methetmek fırsatını hiç kaçırmamalı ki, kendilerini değerli bilen bütün metholunmayanlar da, bir gün sırası gelince böyle methedileceklerini umsunlar." (s. 447)
---
...Ve en güzeli, Hisar üslubunu en çok duyuranı en sona saklandı:
"Okumayı bir çalışmak sanmak, çalışkan cahillerin kârıdır.Halbuki biz okumuş tembeller, pekala biliriz ki okumak mükeyyifattan bir şeydir.Bir kanepeye uzanır, yatağımıza yatar gibi kitaplarımıza dalarız.Sanki afyonlu bir çubuk içeriz.Muhitimiz değişir.Hayatımız genişler.Dünya bizim olur.İklimler, mevsimler, devirler gelip geçer.Başka hayatlar ve tabiatlar hayatımıza girer.Bize benzeyen asıl akrabalarımız yanımıza gelir, bize sırlarını fısıldarlar.Hayat bize en tatlı, en zengin zevklerini sunar.Okumak; gezmek, uyumak, rüya görmek, musiki dinlemek, hatırlamak, seyahat etmek, unutmak, dua etmek, doğmak, tekrar yaşamaktır." (s. 455)
Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder