30 Temmuz 2017 Pazar

the postman's white nights (2014), andrey konçalovski


The Postman's White Nights (2014)
Andrey Konçalovski


                    

                       
    
                                


                              

ilk kitap: körleşme, sözcüklerin bilinci, elias canetti


...Odanın manzarasına hayran kalmıştım; bir oyun alanının ötesinde, başpiskoposluğa ait büyük bahçenin ağaçları görünüyordu.Vadinin öte yanında, sırtın karşısında etrafı duvarlarla çevrili olan Steinhof Akıl Hastanesi vardı.Kararımı ilk başta vermiştim; odayı mutlaka tutmalıydım.
...
Altı yıl yaşadığım bu odaya Therese'nin kişiliğinden başkaca şeyler de borçluyum.İçinde 6000 akıl hastasının yaşadığı Steinhof'u her gün görmek, benim için itici bir güç oluyordu.Bu odada yaşamasaydım, "Körleşme"yi hiçbir zaman yazamazdım, bundan kesinlikle eminim.

Ama daha çok vardı "Körleşme"ye; henüz her hün laboratuvara giden ve yalnızca akşamları yazma olanağı bulabilen bir kimya öğrencisiydim.Ayrıca yanlış bir tasarım uyandırmak ve ancak 3,5 yıl sonra oluşturabildiğim Therese tipinin, konuşma biçiminin dışında, dış görünüş bakımından da ev sahibi kadına benzediği gibi bir izlenime yol açmak istemem.Ev sahibi kadın, postanedeki işinden emekli olmuştu; kocası da posta idaresinde çalışmıştı; yetişkin iki çocuklarıyla birlikte yaşıyorlardı.Therese'nin yalnızca ilk konuşması gerçeğe uygun olup, ötekilerin tümü kurmacadır.
...

Elias Canetti
İlk Kitap: Körleşme
Sözcüklerin Bilinci

körleşme, elias canetti

...
Therese ona, sanki karşısında hava varmış gibi davranıyordu; sanki taş varmış gibi diye düzeltti düşüncelerinin burasında.Korkusu, yerini yavaş yavaş güçlü bir huzur duygusuna bıraktı.Taş karşısında dikkatli davranacaktı Therese.Kim, taşa vurup kendini yaralayacak denli aptal olabilirdi?Kien bedenindeki köşeleri düşündü.Taş olmak iyiydi, taşın köşeleri ise daha da iyiydi.Görünüşte sonsuzluğa dikilmiş olan bakışları, kendi bedeninin ayrıntılarını gözden geçiriyordu.Kendini bu denli az tanıdığı için pişmanlık duydu.Bedeninin nasıl göründüğü konusunda pek az bilgisi vardı.Yazı masasının üstünde bir ayna bulunsun isterdi.Şu anda öğrenmek tutkusuna boyun eğse, anadan doğma soyunur ve kendini eksiksiz bir denetimden geçirirdi; kemiklerini birer birer inceleyip kışkırtırdı.Bedeninde bir sürü gizli kalmış yerin, sert ve sivri uçların, köşelerin varlığını sezmekteydi.Şişlikler, ayna yerini tutuyordu.Bu Therese olacak yaratık, bir bilgin karşısında hiçbir çekinme duymuyordu.Kien sanki herhangi bir insanmış gibi, ona elini kaldırmak küsthlığından bulunmuştu.Böylesini terbiye etmek için yapılması gereken şey, karşısında taş kesilmekti.Taşın sertliği, kadının tasarılarını parpamparça ederdi.
...

Körleşme
Elias Canetti

can, andrey platonov


Gülçatay annemdir, dağ çiçeği.İnsanlara henüz küçüklerken, tüm iyi şeylere benzedikleri sıra verilir isimleri.
---
-Babanız sizi seviyor mu?
-Hayır, yabancıları sever o, annemle beni sevmek istemiyor.
---
Köhne Derya Nehri'nin kuru yatağına varan Nazar Çağatayev lığın içine ön ayaklarına dayanarak insan gibi oturmuş bir deve gördü.Deve zayıftı, hörgüçleri çökmüştü, kara gözleriyle akıllı, üzgün bir insan gibi ürkek ürkek bakıyordu.Çağatayev yanına geldiğinde deve ona ufak bir ilgi bile göstermedi; rüzgarların sürüklediği ölü otların hareketini takip etmekteydi: Yaklaşıyorlar mıydı yanına, yoksa geçip gidiyorlar mıydı önünden?Tozun üzerinde ilerleye ilerleye ağzına kadar yanaşan küçük bir ot sapını dudaklarıyla çiğneyip yuttu.İleride yuvarlak bir perekati-pole sürükleniyor, deve bu büyük canlı otu ümitle aydınlanan gözleriyle takip ediyordu, ne var ki perekati-pole geçip gitti yanından; o zaman deve gözlerini yumdu, çünkü nasıl ağlanacağını bilmiyordu.
---
Seni sevemeyecek kadar güçsüzüm artık.
---
Bu yapmacık oyun uzamış, ebedi bir hal almıştı ve artık kimse gülmek istemiyordu, kalmamıştı gülecek hal.Issız çöl toprağı, deve, hatta acınası avare otlar -tüm bunların ciddi, yüce ve muzaffer olması gerekmez miydi?Sefil varlıkların içinde kutlu, gerekli ve zorunlu bir göreve adanmışlık hissi yaşar, yoksa ne diye böyle güçlüklere katlanıp bir şeyler beklesinler?Çağatayev devenin karnına sokulup kıvrıldı ve sıradışı gerçekliğe şaşırarak uyuyakaldı.
---
"Seni yalnız bırakmayız!" dedi Çağatayev kaplumbağaya.
Her canlının üzerinde kutsal bir varlıkmış gibi titriyordu ve yüreği öylesine yoksuldu ki teselli verebilecek bir şeyi farketmemesi olanaksızdı.
---
Deve eti almışlardı yanlarına ama Çağatayev pek iştahsız yiyor, kederli bir hayvanla beslenmek zoruna gidiyordu.
---
"Halk yakınlarını kendi de gömebilir, bu iş için sana ihtiyaç yok."
"Hayır, gömemez, bilirim ben."
"Neden gömemezmiş?"
"Ölüleri diriler gömmeli, burada diri yok, vadesini uykuda dolduran ölmemişler var.Mutlu edemezsin onları, acılarının farkında bile değiller artık, ıstırap çekmiyorlar, çekmişler çekeceklerini."
---
...Belki de bu sesler çok daha yakından, Çağatayev'in bedeninin içinden, ruhunun ağır nabzından geliyor, ona şimdilerde unuttuğu, acıyla büzüşen kalbinde boğulan o asıl hayatı anımsatıyordu.
---
"Neden ölmek istediniz?" diye sormuştu ihtiyarlara Çağatayev.
"Ruhumuz uyuştu yaşamaktan." demişti Sufyan, "kemiklerimiz kurudu, büküldü, damarlarımız büzüştü: Gerinmek istiyor bu kemikler, bırak yağmur ıslatsın, rüzgar kurutsun, solucanlara yem olsunlar, mani olmayayım artık onlara..."
---
"Yanımızda sıkılmıştı," dedi Aydım boşluğa bakarak."Ölür artık, sıkılmaz bundan sonra."
---
Sese kulak verdi ve acıdı vücuduna, kemiklerine; bir zamanlar annesi kendi bedeninin yoksulluğundan bir araya getirmişti onları, hem aşk ve tutkudan ya da zevkten de değil, sırf yaşam öyle gerektirdiği için.Başkasının malı gibi hissetti kendini Çağatayev, yoksulların şimdi boşa harcanmaya çalışılan son mülkü gibi ve öfkeye kapıldı.
---
Yaşlar gözlerimize dayansa da ağlamayacağız, gülümseyeceğiz sevinçten, derin yüreğimize erişemeyecek kimse; aydınlık günlere kavuştuğunda yüreğimiz insanların ve cümle hayatın huzuruna kendisi çıkacak, ellerini uzatacak onlara, ki yakındır o aydınlık günler: Göğsümüzde ruhumuzun çırpınışını duyuyoruz, yardımınıza koşmak için...
---
Ben artık başkasının gücüyle yaşıyorum evlat, kendiminkini bitirdiğim çok oldu...
---
"Acı ve keder daha çalar kapımızı nasıl olsa, fakat acımız eskisi gibi zavallı olmasın artık, başka türlü oluversin.Acımız kertenkelenin, kaplumbağanın acısına benziyordu."

Can
Andrey Platonov

iktidarın iç organları, kitle ve iktidar, elias canetti


Dişler ağzın silahlı gardiyanlandır. Ağız gerçekten de bütün hapishanelerin prototipi olarak dar bir yerdir. Oraya giren her şey kaybolur, pek çok şey de hâlâ canlıyken girer oraya. Çok sayıda hayvan avını yalnızca ağzına aldığında öldürür, bazılan o zaman bile öldürmez. Ağzın bir avı beklerken açılmaya bu kadar istekli oluşu, kapanma, tek hamleyle kapanma kolaylığı, hapishanenin en korkulan özelliklerinden birini anımsatır. Ağzın hapishaneler üzerinde gizli bir etkisinin olduğunu varsaymak yanlış olamaz. İlkel insan balinaların yanı sıra ağzına sığabileceği başka hayvanlann da varlığını kesinlikle biliyordu. Bu korkunç mekânda, oraya yerleşecek zaman kalsa bile, hiçbir şey gelişemez.Kısırdır ve orada hiçbir şey kök salamaz. Ejderhaların ağzı virtüel olarak yok edilince, insanoğlu onun yerini simgesel olarak alacak hapishaneler kurdu. İşkence odalan olarak kullanıldığı zamanlarda hapishaneler pek çok açıdan düşman bir ağzı andırır. Cehennem deyince göz önüne aynı görünüm gelir. Öte yandan hapishaneler giderek sertleşti.Dişlerin pürüzsüzlüğü dünyayı fethetti; hücrelerin duvarlan pürüzsüz hatta pencere deliği bile küçüktür. Mahkûm için özgürlük sıkılmış dişlerin arasındaki açıklıktır ve bunlar artık hücresinin duvarlarıyla temsil edilmektedir.

Elias Canetti
İktidarın İç Organları
Kitle ve İktidar

rick and morty, s01e06 finali, look on down from the bridge, mazzy star


Rick and Morty
S01eE06 Finali
Look on Down From the Bridge-Mazzy Star



mehmed agâh bey, kahve falı, reşad ekrem koçu, tarihimizde garip vakalar


Dünyanın en meraklı kahve falcısı, Darüşşafaka Lisesi resim muallimiyken ölen Mehmed Agâh Bey'di.Bu zat, kendisi için baktığı yüzlerce falın, fincanlardan resimlerini yapmış, falın söylediklerini de kenarlarına yazarak yüz küsur sahifelik harikulade enteresan bir kitap bırakmıştır.Elyazması olan bu eşsiz eser veresesi elindedir.

Reşad Ekrem Koçu
Tarihimizde Garip Vakalar

molla rüstemoğlu, reşad ekrem koçu, tarihimizde garip vakalar


15. asırda Bursa'da Molla Rüstem ölürken on dört yaşındaki oğluna 100 yıl ömür düşünmüş ve her gününe 100 florin (altın) hesap ederek 3.600.000 altın gibi muazzam bir miras bırakmıştı.Bu mirasyedi çocuk, babasından sonra ancak yedi yıl yaşadı ve bütün paralarını yedi.Yalınayak, perişan, kebapçı çırağı oldu ve sefalet içinde bir hamam külhanında öldü.Bu parayı nasıl harcadığına bir misal zikrederler:

Bir gün 100 florine bir tazı satın alır.Bir bağda tavşan olduğunu haber verirler, haberciye 100 florin verir, fakat tazı tavşanı tutmaz, Molla Rüstemoğlu da tazıyı bir kılıçta ikiye böler.

Tarihimizde Garip Vakalar
Reşad Ekrem Koçu

cellatlar ve idam cezaları, reşad ekrem koçu, tarihimizde garip vakalar


Osmanlı tarihinde en namlı cellatlar, 17. asırda Kara Ali, onun yamağı Hamal Ali ve Kara Ali'den sonra başcellat olan Süleyman'dır.Evliya Çelebi, Kara Ali'nin portresini şöyle çiziyor:

"Bu kolun üstad-ı kamili Kara Ali'dir ki bazularını sıvayıp ateştabını kemerine bendedüp, sair işkence edecek aletlerini kemerine asıp, el ve ayak kıracak baltaları iki yanına takıştırıp, sair yamakları dahi aletleriyle kemerlerini süsleyip yalınkılıç merdane cümbüş ederek geçerler ki, neuzübillah hiçbirinin çehresinde nur kalmamış zehir adamlardır."

Fakat, şairin şu sözü ne kadar doğrudur:

Hükm-i sultan olmaz ise gelmez hata cellattan.

Cellatlar ve İdam Cezaları
Reşad Ekrem Koçu
Tarihimizde Garip Vakalar

maymunların idamı, reşad ekrem koçu, tarihimizde garip vakalar


Eski yelken ve kürek devri gemiciliğinde, her gemide birkaç tane talimli maymun bulunurdu.Bunlar, açık denizde gemilerin direklerinin ta tepesine tırmanarak korsan gözcülüğü yaparlardı; gayet keskin olan gözleriyle ufukta bir gemi gördükleri zaman bağırarak haber verirler, gemiciler de bir korsan cengine hazır bulunurlardı.İstanbul'un yelken, halat, makara, kürek, zift, varil lenger, hülasa bütün gemi teçhizat ve levazımının satıldığı yer, Galata'da, iki köprü başı arasındaki sahaydı.Gazi Köprüsü başında Sokullumehmetpaşa Camii (Azapkapısı Camii) civarında da bir sıra maymuncu dükkanları vardı; tersane gemileri ve sair tüccar gemileri için talimli maymunlar burada satılırdı.III. Murad'ın hocası Abdülkerim Efendi gayet mutaassıp, asabi, her aklına geleni yapan, padişah üzerindeki nüfuzuna dayanarak hiç kimseden korkmayan bir adamdı.Güzel konuşur, camilerde vaaz ettiği aman dinleyicileri kendisine meftun ederdi.Bir gün, hoca efendi bir kitapta "Maymun fuhşa alet olur." diye bir bend okumuş, asabiyetinden ateş kesilmişti; hemen arkasına binlerce insan toplayarak Azapkapısı çarşısına gitmiş, maymuncu dükkanlarını basmış, ne kadar maymun varsa yakalatıp biçare hayvanları oradaki ağaçlara astırarak idam ettirmişti.Halk da pek haklı olarak bu mutaassıp hocaya "Maymunkeş" lakabını takmıştı.

Maymunların İdamı
Reşad Ekrem Koçu
Tarihimizde Garip Vakalar

tersane mandaları,reşad ekrem koçu,tarihimizde garip vakalar


Tersane havuzlarına gemi alınınca, havuzların suyu, makinelerle değil, gayet büyük bostan dolaplarıyla boşaltılırdı; havuzların yanı başında bulunan bu dolaplara da "havuz dolabı" adı verilirdi ve dolaplara mandalar koşulurdu.Dolaplara da kadimden beri Kürt neferler nezaret ederdi, bunlara "mandacı", ağalarına da "manda ağası" denilirdi.Türkiye'de mükellefiyet-i askeriyenin kabulünden çok sonraları dahi tersanede bu dolaplar ve mandalar kullanılmıştır.Vatandaşlara askerlik mükellefiyetinin kabulünden sonra, kurası tersaneye düşen efrattan bedel verecekler için, para bedeli yerine mandalı bedel kabul edilmişti; yani askerliğini bahriyede yapacak olan bedelliler, kendi yerlerine havuz dolaplarına bir manda gönderirlerdi.Sahibinin yerine hizmet müddetini dolduran mandaların boynuzları yaldızlanır, terhis kağıtları da sırmalı kordonlarla boynuzlarının arasına asılır, sahibine merasimle teslim edilir, kasabasında, köyünde de davul zurnalı bir merasimle karşılanırdı...

Tersane Mandaları
Reşad Ekrem Koçu
Tarihimizde Garip Vakalar

yüzü dönük, stephen crane

...
Yaralı asker, kurşunların geldiği yöne hiç bakmadan, bayırdan yukarıya doğru tabanları kaldırdı; öteki er de aynı hızla ardından fırladı, ama koşarken tam üç kez dönüp kaygıyla arkasına baktı.Çoğu zaman, vurulanla vurulmayanı ayıran budur.
...

Yüzü Dönük
Stephen Crane
İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları

harp malulü, oliver goldsmith

...
Bütün dünyanın gözü üstünüzdeyken bahtsızlıklara cesaretle dayanmakta bir yücelik yoktur: İnsanlar böyle durumlarda sırf gösteriş için bile cesurca davranırlar;ama kimse farkında değilken bile güçlüğe göğüs gerebilen; yüreklendirecek arkadaşları, acıyacak dostları olmamasına karşın ya da bahtsızlıklarını hafifletecek en küçük bir umudu yokken bile sakin kalabilen ve umursamayan, gerçekten yücedir: İster köylü, ister saraylı olsun, hayranlığı hak eder; örnek alınmalı ve saygı duyulmalıdır.
...

Harp Malulü
Oliver Goldsmith
İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları

kırık vals, sezen aksu

Kırık Vals-Sezen Aksu


Kirpiklerinde bir çiğ tanesi olsam
Ansan o bahçeyi, rüzgârı çağırsan
Mevsim sulu boya olsa
Günlerden mercan
İşte sanki o an
Nubar Terziyan sırtımı okşar
Eski filmler hâlâ o bahçede
Siyah beyaz ağlar

Çiçek dürbünüydü ebruli sokaklar
Kederli olsa da, güzeldi çocuklar
Sümbülleri çoktan küstürdük
Güller perişan
Kırıldı valsimiz tam ortasından
Baktık uzaktan
Sıla olduk birbirimize
Şimdi herkes perişan

Arkadaş ıslıkları titretse camları
Yepyeni bir rüyayla kamaşsa gözlerimiz
Başka bir dünyanın mümkünlerini,
Savura savura yüreği kavuran hatıraların küllerini
Araya araya olur a buluruz
Yaralı veda günlerinin sönen ümitlerini


Söz: Yıldırım Türker
Müzik: Arto Tunçboyacıyan


üçüncü yılıdz cenk koray anısına, vedat özdemiroğlu


Üçüncü Yıldız
Cenk Koray Anısına


Sıraseviler'deyken kulüp binası
Bir adam kongre zamanı
Kahvelerden sandalye taşırdı

Kimdi yahu o adam
Kim olacak Cenk Koray'dı

İki şampiyonluğu hukukla tanıştırıp
Bir yıldız ekledi formamıza
Sonra da yıldız oldu kaydı

Cenk abiyi analım bence
Bu akşam on dokuz sıfır üçte


Vedat Özdemiroğlu

nicolas sorin film müzikleri

Nicolas Sorin Film Müzikleri


29 Temmuz 2017 Cumartesi

bahara ermedi mevsim hazan olup gidiyor, zeki müren


Sesimde Şarkısı-Zeki Müren

Sesimde şarkısı aşkın figân olup gidiyor
Bahara ermedi mevsim, hazân olup gidiyor
O bitmeyen geceler, bir ân olup gidiyor
Yazık yazık ki, şu ömrüm virân olup gidiyor.



Beste: Selâhattin İnal
Güfte: Hikmet Münir Ebcioğlu
Makam: Hüzzâm
Usûl: Düyek
Form: Şarkı
Seslendiren: Zeki Müren

Link: https://www.youtube.com/watch?v=SdVIXEgjQXU

olanlar olmuş, nuri kurtcebe & ilhan irem


Olanlar Olmuş-İlhan İrem
İllüstrasyon: Nuri Kurtcebe








sefine, nasreddin hoca fıkraları, pertev naili boratav


Hoca bir gün yelken sefinesiyle seyyahat ediyormuş.Yolda şiddetli bir fırtına çıkmış.Yelkenler paralanmış.Tai'ifeler direğe tırmanup yelkenleri bağlamağa uğraştıklarını Hoca görünce: "Ayol! Bu gemi dibinden zıplıyor; siz tepesiyle uğraşıyorsunuz.Geminin sallanmamsını istiyorsanız dibinden bağlayınız." demiştir.

Nasreddin Hoca
Pertev Naili Boratav

gençlik & yaşlılık, nasreddin hoca fıkraları, pertev naili boratav


Bir gün Hoca aydur: "Asla gençlik ile kocalığın bir farkı yok." dedi."Nereden bildin?" dedik de Hoca ayıtdı: "Bizim kapu öninde bir taş vardır.Ba'zı adem anı kaldırır.Amma ben gençlikde çalışdım, kaldıramadım; geçende de hatırıma geldi, yine çalışdım, olmadı; yine kaldıramadım.İşte öylece tecrübe etdim, asla farkı yoğımış." demiş.

Nasreddin Hoca
Pertev Naili Boratav

yeri değildir, nasreddin hoca fıkraları, pertev naili boratav


Bir gün Hoca'ya mescid içinde: "Hay Hoca! Kerem eyle, 
bize bir aşir Kur'an okuyuver." dediler.
Hoca bunlara: "Yeri değildür." dedi.

Nasreddin Hoca
Pertev Naili Boratav

ya hû, hüseyin & ali rıza albayrak, harabi


Hüseyin & Ali Rıza Albayrak-Ya Hû
Harabi


Ya Hü Burda Olan Muhibbana bak
Öyle Sarga Burga Kardaş Değildir
Edebinle Otur Yahut Burdan Kalk
Herkes Senin Gibi Kalleş Değildir

Hak Yüzüdür Burda Gördüğün Yüzler
Velakin Göremez Kör Olan Gözler
Bezm-i Erenlerde Söylenen Sözler
Hakkın Esrarıdır Haşhaş Değildir

Muhibim dervişim demesi güçtür
Demirden leblebi yemesi güçtür
Tarikat libasın giymesi güçtür
Çünkü o ipekli kumaş değildir

Söylenen Sözlerin Cümlesi Hoştur
Dolulara Dolu Boşlara Boştur
Harabi Kemteri Sanma Sarhoştur
Yer İçer Zevk Eder Ayyaş Değildir

Harabi


v.m. varga, fargo


V. M. Varga
David Thewlis
Fargo



infaza çağrı, vladimir nabokov


"Ama yanlış anlama" dedi Cincinnatus ve bir kahkaha patlattı.Kalktı ve sabahlığını, gece takkesini, terliklerini çıkarttı.Keten pantolonuyla gömleğini çıkarttı.Bir perukmuşçasına başını çıkarttı, pantolon askılarıymışçasına kürek kemiklerini çıkarttı, göğüs zırhıymışçasına göğüs kafesini çıkarttı.Kalçalarını ve bacaklarını çıkarttı, demir kolluklarını andıran kollarını çıkarttı ve bir köşeye attı.Kendinden arda kalan ne varsa havada hemen hiç iz bırakmadan çözünüp eridi.Cincinnatus önce serinliğin keyfini çıkarttı; sonra gizli ortamına gömülüp özgürce, mutluluk içinde...
---
Kimileri kalemlerini patates soyar gibi kendilerine doğru yontarlar, kimileri de bir sopayı sivriltircesine kalemi kendilerinden öteye açarlar.Rodion bu sonunculardandı.Birkaç bıçaklı ve tirbuşonlu eski bir çakısı vardı.Tirbuşon çakının yanında yatardı.
---
"Bugün sekizinci gün" diye yazdı Cincinnatus boyunun üçte birinden fazlasını yitirmiş olan kalemle "ve ben yalnızca hayatta olmakla kalmıyorum, yani özbenliğimin küresi hala varlığımı sınırlandırıp gölgede bırakmakla kalmıyor, herhangi bir ölümlü gibi öleceğim zamanı da bilmiyorum ve kendime herkes için geçerli bir formülü uygulayabiliyorum: Bir geleceğin olasılığı kendi kuramsal erişilmezliğine ters orantılı olarak azalır.
---
Belki gelecek yüzyılın bir vatandaşı, zamansız bir konuk (ev sahibi henüz yataktan kalkmamış!) belki de yalnızca umarsızca şenlikli, sırıtkan bir dünyada bir karnaval maskarası olarak acı dolu bir yaşantı sürdürdüm -bu acıyı sana tanımlamak isterdim- ama zamanımın yetmeyeceği korkusunu içimden atamıyorum.
---
Bildiğim bir şey var, bildiğim bir şey var, bildiğim...Daha çocukken, beni ve yüzlerce başka çocuğu, yaşıtlarımın hiç zorlanmadan, acı çekmeden dönüşüverdikleri yetişkin birer kukla olarak güvenli var olmayışa hazırladıkları kocaman, kanarya sarısı, soğuk bir evde yaşarken; daha o zaman, o kahrolası günlerde, bez kitaplar, alacalı bulacalı okul gereçleri, ruhu donduran cereyanlar arasında bilmeden biliyordum, şaşmadan biliyordum, kişi kendini nasıl bilirse öyle biliyordum, bilinmesi olanaksız olanı biliyordum -üstelik bugünden daha büyük bir açıklıkla bildiğimi bile söyleyebilirim, çünkü hayat beni yıprattı: Sürekli tedirginlik, bilgimi gizlemek, yalan içinde yaşamak, korku, düşkırıklığı yaratmamak, avaz avaz ilan etmemek için bütün sinirlerimin acılı zorlanışı...Bugün bile belleğimde bu çabanın başlangıcının-yani bana doğal görünen şeylerin gerçekte yasak, olanaksız olduklarını, onları düşünmenin bile suç sayıldığını anlamama neden olan ilk olayın- kazındığı bölgede bir sızı duyarım.
---
Öyle gevşedim, öyle pelteleştim ki işimi bir meyve bıçağıyla bitirebilecekler.
---
Birden Cecilia C.'nin gözlerindeki anlatımı ayırt etti -bir an, yalnızca bir an- ama sanki gerçek (her şeyin kuşku konusu olduğu şu dünyada) kuşku götürmez bir şey dışa vurmuştu, sanki bu korkunç yaşamın bir köşesi kıvrılmış ve bir an astar görünmüştü.
---
...hani gecenin bir yarısında haykırarak uyanırsın ve dadının "Şışşt, şışşt" diyerek geldiğini duyduğunda bile haykırmayı sürdürürsün ya, işte böyle korkmalısın Marthe, beni pek az sevsen de anlamalısın, hiç değilse bir an anla, sonra dilersen yine unut.
---
"Duymuş olmalısın" dedi Cincinnatus, "yarından sonra beni yok edecekler.Artık başka kitap almayacağım."
"Almayacaksın" dedi kütüphaneci.
Cincinnatus sürdürdü: "Bir iki zararlı gerçeği kökleyip ayıklamak isterdim.Biraz zamanın var mı?Kesin bilgi sahibi olduğum şu anda şunu söylemek isterim...Beni öylesinw bunaltan o bilmezlik ne hoşmuş...Kitaplara paydos..."
---
-Şu küçük ciltler...Arapça, değil mi? Ne yazık ki doğu dillerini öğrenecek zamanım olmadı!
"Yazık" dedi kütüphaneci.
-Boşver, ruhum bu açığı kapatır.
---
Uyumaya çalıştım, uyuyamadım, yalnızca iliklerime dek üşüdüm ve şimdi güneş doğuyor.
---
Her şey yerine oturdukça beni uyuttu, her şey.

İnfaza Çağrı
Vladimir Nabokov

la fin absolue du monde


puşkin tepeleri, sergey dovlatov


Yaşam uçsuz bucaksız bir mayın tarlasının çevresinde yayılıyordu.Ben ortadaydım.Bu mayın tarlasını bölümlere ayırmak ve işe başlamak gerekiyordu.Dramatik durumlar zimcirini kırmalı, parçalamalıydım.Çöküş duygusunu gözden geçirmeliydim.Her bir etmeni ayrı ayrı incelemeliydim.
---
On okurun var.Tanrı daha da azaltsın...
Para ödemiyorlar sana, ne berbat bir şey.Para, özgürlüktür, genişliktir, kapristir...Paran varken yoksulluğa katlanmak ne kadar kolaydır.
---
Yaşamak mümkün değil.Ya yaşamak gerek, ya yazmak.Ya söz, ya iş.Ama senin işin söz.İlk harfi büyük yazılan her İş sana iğrenç geliyor.İş'in çevresinde ölü bir alan var.Orada İş'e engel olan her şey ölür.Orada umutlar, hayaller, anılar ölür.Orada tatsız, karşı çıkılmaz; tek anlamlı bir materyalizm hüküm sürer.
---
Mişa'nın konuşması genel olarak ilginçti...Konuşması, klasik müzikle, soyut resimle ya da saka kuşunun ötüşüyle hısımdı.Duygular apaçık bir biçimde anlamın üstüne çıkardı.
---
Virajlarda radyonun sesi duyuluyordu:

"Armağan et ateşi, Promete gibi
Armağan et seçmeden,
Ve insanlar için acıma
Ruhunun ateşine"
---
Her şey korkunç görünüyordu, ama ben hala hayattaydım.Ve belki de insanın içinde ölecek en son şey alçaklıktı.
---
Sevgi gençler içindir.Askerler ve sporclar için...Oysa burada her şey çok daha karmaşık.Burada artık sevgi değil, yazgı söz konusu...

Puşkin Tepeleri
Sergey Dovlatov 

ve bir pars hüzünle kaybolur, faruk duman


"Ama, yaralı ve hüzünlü bir pars nereye gider?"

Aklım parsta kalmıştı.Belki ondan yeni bir iz görecektim.Bir ayak izi, bir parça kan, kırılmış bir dal, yarım bırakılmış bir ceylan belki.
---
Hava kapalıydı.Bulutlar kararıp kararıp dağılıyor, yağmur sanırsın bir evsiz; yağacak yer aranıyordu.İnsan nasıl da bağımlıdır böyle şeylere.Ruh halimiz, bana kalırsa, kapanan havanın, huzursuz yaprağın peşinde yürür.Toprağa sinmiş nem kokusuna, çürüyen bitkinin yaydığı yeniden doğma arzusuna.Bunlara da bağımlıdır biraz.Herhalde, çürüyen bir şey, çok geçmeden hayat bulacaktır.
---
Zaman zaman kendimi onun yerine koyduğum oluyordu.Pars, parçalanmış bir hayvandır.Geceleri ormanda dolaştığı zaman.Vücudunun her bir parçasını, orada onun adına gözlerini dört açsınlar diye ormanın dört bir tarafına bırakırdı.Sözgelimi, bir tüy bir çalılığa takılır, hayvanın geçip gitmesinden sonra orada ansızın gözlerini açarak.Karanlığı onun adına süzmeye başlardı.Bu, yalnızca tüyün kendi çabasıyla oluşan bir şey değildi elbette.Her yanıyla görmeye, duymaya, koklamaya alışmış bir parsın, kendi parçalarına verdiği bir armağandı bu.Böylece ormanı ele geçirir, gölgesinden ürkülen korkunç bir hükümdara dönüşürdü.

Yine de, eninde sonunda bir parçalanma haliydi bu.Parsa acı verirdi.Kendisini yeryüzüne çivilenmiş gibi hissetmesine neden olurdu.Hele yalnız bir pars için bu durum daha korkunç bir hal almıyor muydu?

Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur*
Faruk Duman

*1974'te, Beypazarı'nda vurulan son Anadolu Parsı'na adanmıştır.


duvbo'nun gizli dünyası, ex-workers'collective


"Duvbo, ufak bir çocuğun kaybolabileceği kadar 
büyük bir kasabaydı 
ama 
kısa sürede bulunup eve getirileceği kadar da küçüktü."



Duvbo'nun Gizli Dünyası
Ex-Workers'Collective
Kaos Yayınları


Çeviri: Hira Doğrul
Resimleyen: Öznur Aksoy

haydut, robert walser


Uzun zamandır ölü olduğunu söyleyebiliriz.Dostları ona acıyorlar ve ona karşı bir merhamet duygusu hissettikleri için de kendilerine acıyorlardı.
---
Yani insan kötülüğünden değil, keyifsizliğinden ötürü intikam alır ve aramızda keyifsizlik çekmeyen hiç kimse yoktur.
---
Sonuçta biz müşterek gayretlerimizin  üzüm bağlarında ter döken birer ırgattan başka neyiz?
---
Kasaplara kasaplık yapmayı, fırıncılara ekmek fırınlamayı , çilingirlere kilit açmayı, hayattan tat alanlara hayatın tadını, sofulara sofuluğu ve çocuklara çocukluğu hatırlatmanın gereği var mıdır?Bu, meslek sahiplerini mesleklerinden soğutmanın ve neşeli insanların neşesini kursaklarında bırakmanın yoludur.Gençlerin dikkatini özellikle gençliklerine çekmek şart mıdır?Gerekir mi bu?Bir mizahçı bütün gün boyu hep neşeli olmak zorunda mıdır?
---
Haydutun çevresinde sümkürülen burunlardan yana bir yokluk yaşanmıyordu.Neden önünden geçtiği bunca insan, hiç üşenmeden mendilini çıkarıp sanki sümkürük sesleriyle ona, "Yazık ettin kendine" demek istercesine, uzun uzun burnunu temizliyordu?
---
"Sahili döven dalgaların ortasındaki bir kayalık gibi sevecen ve sessiz ol."
---
Haydut eline bir baktı ve şöyle dedi: "Evet, aşağılanmanın acısını çekmek iyilere düşüyor."
---
Sağlıklı insanlara aşağıdaki çağrıyı yöneltmek isterim: Şu sağlıklı kitapları okuyup durmayın yalnızca , hastalıklı diye anılan edebiyatla da daha yakından tanışın; belki de bu edebiyat ruhunuza hatırı sayılır bir gıda sağlar.Sağlıklı insanlar, deyim yerindeyse daima bazı riskleri göze almalıdırlar.Yoksa hangi kahrolası akla hizmet için sağlıklı olur ki insan?
---
Kendinize böyle katlanmayı nasıl başarıyorsunuz?
--
Okul dediğimiz şey, yaşam ruhu uğruna eğitim ruhunu terk etti.Bu eğitim ruhu, sanki bir zamanlar olduğu şey olma cesaretini gösteremiyor artık.Öğretmenler artık gerçek birer öğretmen olmaktan ziyade, hayata yakın olmak istiyorlar.Hayatın karşısına eğitsel bir yaklaşımla çıkmaya çekiniyorlar, oysa hayat bundan kazançlı çıkmış gibi görünmüyor, hatta belki kaybettiği bazı şeyler bile vardır.Okullar deyim yerindeyse hayata dalkavukluk etmeye başladılar.Peki ama, ya bu okullu dalkavukluk, hayatın umurunda bile değilse?Dalkavukluk bizi çoğu zaman olsa olsa tiksindirir.Hayat ne kadar hoş, sevimli, iyi, büyüleyici, önemli olduğunu durmadan duymak istemez.Gelgelelim okul, hayata hizmetini böyle sunuyor işte, ona neredeyse her bakımdan dehşetli bir yakınlık gösteriyor, ki muhtemelen bu da hayatın sadece hırçınlaşmasına gösterilen lütufkarlıkla onursuzlaştırıldığını hissederek bu hizmetleri geri çevirmesine neden oluyor.Hayat diyor ki: "Sizin işgüzarca yardımlarınıza ihtiyacım yok, siz kendi işinize bakın."Ve bu konuda haklı olduğunu sanıyorum: Okul kendi işine bakmalı, her bakımdan  -yani sadece- okul olmaya çalışmalı.Sonuçta hayatın son derecede kendine has bir tabiatı, ebediyen özel kalacak, asla kolayca açıklanamayacak bir kaderi var.Okulun görevi, hayatı anlamak ve onu tedrisatın içine sokmak görevi değildir.Sonuçta hayat dersini hayat veriyor zaten, hem de yeterince erken bir dönemde.Eğer okul kendi amaçlarına hizmet eder, çocukları yalnızca eğitsel bir ruhla yetiştirirse, hayat da bu çocukları çok daha ilginç bulacak ve belki onları kollarına alacak, hayatın zenginlikleriyle daha çok tanıştıracaktır.Zira hayat, okullarını bitirmiş öğrencileri bir de kendi ruhuyla eğitmek için yanıp tutuşuyor.Bu çocuklar daha okuldayken hayatın ruhuyla yetiştirilirse, daha sonra hayat onları çok can sıkıcı bulur.Şöyle der esneyerek: "Bırakın da uyuyayım.Siz benim işimi elimden aldınız.Bu çocuklar her şeyi biliyorlar zaten.Onlara ne öğreteceğim.Bunlar hayatı benden daha iyi biliyorlar." Sonra her şey yoluna girer ancak tıpkı bir rüyadaki gibi, her şey yerinde saymaktadır.Hayat yalnızca ona güvenenlere açar kendini.Okul çocuklarını hayata dair bilgilerle donatmak bir tür ödlekliktir ve bunca ihtiyati tedbirlerle fazla uzun yol alınmaz.
---
Hepsi de yaşama sanatından dem vuruyorlar karşımda; ama sahip oldukları tek şey sanat, ben değilim.

Haydut
Robert Walser

neden, bir değini, thomas bernhard

Tek sürekli etkileyici düşünce olarak intihar, kimsenin kendine ait düşüncesi değildi; herkeste sürekli olarak bu düşünce vardı, bazıları bu düşünce tarafından hemen öldürüldü ve diğerleri yalnızca sakatlandı, üstelik yaşamları boyunca sakat kaldılar; intihar düşüncesi ve intihar üzerine hep konuşuldu ve tartışıldı ama bu hep sessizce yapıldı; içimizden tekrar tekrar gerçek bir intiharcı çıktı, çoğunun adlarını artık bilmediğim için anmayacağım, oysa hepsini de dehşet vericiliğin kanıtı olarak asılı ve paramparça halde gördüm.
---
Dünyaya getirilir ama yetiştirilmeyiz.Bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar.Doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk üç yılında mahvetmeyi başarırlar, üstelik bu başarılarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler.Hiç düşünmeden ve sorumsuzca dünyaya getirdiklerinden başka onun hakkında hiçbir şey bilmezler.Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir.
---
Deli muamelesi görme pahasına da olsa, ebeveynlerimizin tıpkı kendilerinden öncekiler gibi dünyaya getirme suçu işlediğini ve bu suçun mutsuzluk yaratmak, giderek mutsuzlaşan bir dünyanın mutsuzluğunu artırmak için başkalarıyla işbirliği yapmak anlamına geldiğini söylemekten korkmamalıyız.
---
Ruhum çalkantılıydı, çevremdeki şeyler hakkında kendi hükmümü veriyor ve onlara kimsenin yardımı olmadan kafa yoruyordum.İnandıklarımdan biri, hakikatin hiçbir koşulda baskıya ve şiddete yenilmeyeceğiydi.
---
Öğretmenlerin kendileri, duyumsadığım üzere, zavallı ve mahvolmuş ruhlardı, nasıl olur da bana söyleyecek bir şeyleri olabilirdi?Öğretmenlerin kendileri, güvensizlik, tutarsızlık ve zavallılıktı, onların anlattıkları nasıl olur da benim için az da olsa faydalı olabilirdi?
---
Bir topluluk olarak okulun daima kurbanları olur; benim zamanımda da lisedeki kurbanlar bu ikisi, mimarın kötürüm oğlu ile coğrafya öğretmeniydi, toplumun tüm zalimliği ve alçaklığı her gün bir hastalık gibi bu ikisine yansımış, onlarda patlamıştı.

Neden
Bir Değini
Thomas Bernhard