13 Aralık 2012 Perşembe

trenler de ahşaptır, haydar ergülen


"Ya bu kez ölenleri görmeliysek
Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenl"C. Zarifoğlu

Tren, uçak gibi üstümüzden, vapur gibi kıyımızdan geçmez, tren içimizden geçer, o yüzden böyle yakındır bize.
---
Diğer vasıtalar fazlalığı taşıyadursunlar, tren içimizdeki çokluğu, çocukluğu taşımıştır, taşıyıp durur.O yüzden artık "yolculuk nereye?" diye sormanın da anlamı yoktur.Yolculuk buraya kadardır..Çocukluğu da, buharlı yolculukları da emanete brakma zamanıdır.
---
Saatin yarım olma hali, şairin dediği gibi insan olma halidir, vaktidir.Saat yarımsa zaman bizdendir; saat onikiotuzsa zaman bize küsülüdür.
---
Galiba istasyonlara hiç bebek bırakmıyorlar, daha çok camilere bırakıyorlar, üzerine de "adını garip koyun, büyüyünce bulurum" diye yazıyorlar.İstasyonun küçük bahçesine, istasyon şefinin kapısına bırakılırsa, hani karakollarda polisler, "kader" koyuyorlar ya terkedilmiş çocukların adını, onun gibi, "kader"i değişecek belki de...
---
Çünkü biz artık ayrı zamanların acılarıyız, ayrı acıların insanlarıyız.
---
Hem aslında tren ne doğuya, ne batıya gider,tren içimizdeki yolculuktur.
---
Hiçbir şeyi hiçbir şeyle dolduramamanın sıkıntısıdır.Hiçbir şeyin hiçbir şeyin yerine geçmediğini anlarsınız bazen yolculuğun sonunda.

Trenler de Ahşaptır
Haydar Ergülen

sıkıgözetim, jean genet


-İşte budur yıkımı yıkım yapan.Ben artık uçurumun kenarında da değilim.Düşüyorum.Yitirecek şeyim kalmadı.Size söyledim.Yeşil göz güldürecek bizi; öyle yumuşak düşüyorum ki; öyle güzel ki beni düşüren şey, onu incitmemek için isyan edemiyorum.Suç işlediğim gün...dinliyor musun? Suç işlediğim gün aynen böyleydi.Dinliyor musunuz?Bu sizi ilgilendirir beyler"Suç işlediğim gün" diyorum ve utanmıyorum!Kim var bu zindanda, bu zindanın herhangi bir katında kim benimle boy ölçüşebilir? Kim benim kadar genç, benim kadar güzelken böyle korkunç bir yıkıma uğramış?"Suç işlediğim gün" diyorum, o gün büyüyor, büyüyor...

---

Kalp akçesin sen.İliklerine kadar kalp.Kürek hikayesi, bileklerindeki izler kalp.Zenci üstüne karıştırdıkların kalp, dövmelerin kalp, öfken kalp, kalp...İçtenliğin kalp, lafların kalp...

Sıkıgözetim 
Jean Genet

tragedyalar v, edip cansever

Kalender, Çeşm-i Sansar ve Curtains için



"Stepan, bir yağmurluğun yerini bulamamış hışırtısı"

2 Aralık 2012 Pazar

amedee ya da ondan nasıl kurtulmalı, absürd tiyatro


Ölüler korkunç kindar olurlar.Hayattakiler çok daha çabuk unuturlar
---
Yarın, yarın...Senin verdiğin sözleri, senin 'yarınlarını' bilirim ben...Bütün bir ömür senin yarınlarınla geçti gitti...Karar vermen gereken gün yarın değil artık, bugün.Anlaşıldı mı?
---
-Uygunsuz bir insanım ben, yirminci yüzyılda yaşamak için yaratılmamışım.
-Çok önceleri doğmuş olman gerekirdi...ya da çok çok sonra.
---
 Bütün sesler bizim yankımız.Her şey bizi yanıtlıyor.
---
Hiç sporla uğraşmadım.Ağır işlerde de çalışmadım hiç.Ufak tefek işleri bile beceremem.Benimkisi masa başı işi, ben bir entellektüelim.
---
Körsün sen, gerçeği allayıp pulluyorsun !

Amedee ya da Ondan Nasıl Kurtulmalı
Eugene İonesco

Absürd Tiyatro, Hamit Çalışkan


el haimoune, çöl gezginleri, 1986

'Çöl Üçlemesi'nin ilk filmi.Gölgesinde kalmasına rağmen Bab'aziz'den daha sağlam bir yerde durur.Nacer Khemir, kader tarafından incitilen insanların çöldeki arayışlarına hallaci bir şahitlik getirmiştir...

Bir süredir ölümün elini tutmaktayım.
Fakat hâlâ yapmam gereken bir şey var,
Seni bekliyordum.
---
"Beni kınama, kınanmak benden uzaktır.
Allah'ım beni koru, ben yalnızım.
Bu hitabımın hükmünü isteyenler
Okuyun ve bilin ki ben şehidim!"
----
Geçip gidiyorlar!
Gezginlerin hayatı sonsuz bir dolaşmadır.
Kumdan başka bir şey görmezler.
Tozdan başka bir şeye neden olmazlar.
---
- Bize neler öğreteceksin?
- Dilbilgisi, tarih...
- Bahçenin tarihi mi?
- Hayır, ülkelerin.
- Köyümüzün tarihi mi?
---
Belki de mutluluk onlarla yurtları arasında bir engeldir.
---
Lanetle ilgili bir kitabım var.Hayatımı şifresini çözmek için harcadım...Kimse kaderin tecellisini göremeden o kitaba dokunamaz.
---
- Gezginler kim?
- Çocuklarımız.
- Ne yapıyorlar?
- Yalnızca Allah bilir.
---
Yeteri kadar hikayemiz olduğunu bilmiyor musun,
yoksa daha fazlasını mı eklemek istiyorsun?
---
Benim yaşımdaki biri hiçbir yere gidemez.Buralar ölmek için güzel bir yer.
---
Kaderin incittiği bu kimselere karşı anlayışlı ol.
Onları, sonsuzca dolaşan çocuklarının acısıyla başbaşa bırak.

El Haimoune (1986)
Nacer Khemir


hikmet kıvılcımlı sempozyumu, 17-18 ocak 2013

KONUŞMACILAR
Alişan Özdemir: Kıvılcımlı ve Diyalektik
Ayhan Bilgen: Siyasetin Toplumsallaşmasında Dine Yaklaşım ve Kıvılcımlı Dersleri
Birol Dinçel: Çağdaş Sosyoloji Kuramlarına Katkıları Ekseninde Kıvılcımlı ve Sosyolojisi
Demir Küçükaydın: Kıvılcımlı’nın Marksizm'in Gelişimine ve Derinleşmesine Yaptığı Katkılar ve Bu Katkıların Eleştirel Değerlendirmesi

Eser Sandıkçı: Kıvılcımlı’nın “Kadın Sosyal Sınıfımız” Adlı Çalışmasının Feminist Okuması
H.Neşe Özgen: Kıvılcımlı'nın Kürt Analizlerinde Kürtler ve Türkiye Solunun Rolü
İhsan Eliaçık: Kuran'ın Tefsirinde Kıvılcımlı'nın Katkıları
İsmail Beşikçi: Hikmet Kıvılcımlı, Kürtler ve Kürdistan
Kurtuluş Kayalı: Karşılıklı İlişkileri Bağlamında Hikmet Kıvılcımlı ve Memleket Sosyal Bilimcileri Üzerine Bazı Düşünceler
Latife Fegan: Kıvılcımlı Yurtdışı Arşivinin Hikayesi
Mehmet Akyol: Kıvılcımlı’nın Düşünceleri Doğrultusunda Sendikal Hareketin Yeniden Yapılandırılması
                                                                                                     Metin Kayaoğlu: Kıvılcımlı’ya Karşı Kıvılcımlı
                                                                                                     Mustafa Şener: Kıvılcımlı, Kemalizm ve MDD

18 Kasım 2012 Pazar

ulrike meinhof


Kadınların, çocukların ve yaşlıların üzerine napalm bombaları yağdırmak değil, buna karşı çıkmak canilik oluyor...Köyleri haritadan sildiren ve kentleri bombalatan politikacıları onaylamak değil, bu politikacılara pudding ve lor peyniri atmak kabalık oluyor.

Ulrike Meinhof

futbolun tekniğe sığmayan dili: özkan sümer


 *** Özkan sümer, zannedersem Zonguldak'ta antrenörlük yaparken, takımın bitmek bilmez gol sıkıntısini çözmek üzere, zamanın kalburüstü forvetlerinden biri, Ayhan olabilir ismi, epey de bir para dökülerek alınır.Ama futbol iste, bekleneni veremez."Bu maçta patlayacak, olmadı diğerinde patlayacak" derken, neredeyse ligin sonu gelir.Ayhan bir türlü patlayamaz.Son maçlardan birine çıkarken Ayhan, Özkan Sümer'in yanına gelir:

”Hocam” der, “gerçi şimdiye kadar pek iyi gitmedi, ama merak etmeyin, bu maçta yüzünüzü güldüreceğim.”

Sümer bir öksürür ve yapıştırır:

- Oğlum Ayhan, ben ligin başından beri sana gülüyorum zaten.

*** Bir maç esnasında maçın sonlarına doğru yedek kulübesinden birisine ısınması için el eder.İlgili futbolcu (Küçük Soner olabilir) ısınmak için oturduğu yerden kalktığı anda Özkan hoca şöyle bir cümle kurar: "ulan amına koyim sen de işe yarasan zaten yedek kalmazdın ya, neyse"

dünyanın sonu, samuel beckett



Bir zamanlar dünyanın sonunun geldiğini sanan bir deli tanırdım.Resim yapardı.Çok severdim onu.Onu görmeye akıl hastanesine giderdim.Elinden tutup pencereye sürüklerdim.Baksana! İşte! Boy atmış onca buğday! Orada da! Bak! Balıkçı yelkenlileri! Bütün bu güzellikler! Elimden sıyrılır, korku içinde köşesine dönerdi.O sadece küller görmüştü..Bir tek o kurtulmuştu.Unutulmuştu...

Samuel Beckett

bir acıya kiracı, metin altıok, yunus dişkaya

Yunus Dişkaya-Bir Acıya Kiracı


sen ey kendiyle yetinen;
fosforun yeri gece.
ne yapar gecesiz ateşböceği?
belki anlamsız ve delice
kumrunun inanılmaz yuvası
bir direğin tepesinde.
ama boşluktur biraz da
bir kuşu biçimleyen.
bence böyle seni bilemem.

sen ey kendiyle yetinen;
ne derlerse desinler
su eğimine gidecek.
sen şaraba banılmış ekmek;
deltasıyız bütün sözlerin
ve söz sonunda bak nasıl
senle bana gelecek.

sen yarım kalmış bir aşkın
kaçınılmaz sürgünü,
katlanan göğsündeki kayaya
sen orda şimdi bir hüznü köpürt,
ben bir çocuğa su vereyim burda.
ben ki kiracıyım bir acıya

sen imzalarsın sabah akşam
defterini bensizliğin,
bense kanla öderim
kirasını kaldığım evin.
bir takvimi tersten açardık
eğer isteseydin.

sen ey kendiyle yetinen;
artık suyumuz bulanık,
bir güneş bile olsa sonunda
yolumuz kırık, önümüz karanlık
ve ağır tuğrası alnımızda
padişah yalnızlığın
ama yine de umudumuz kalabalık

Metin Altıok

biz içindeyken yetişemiyoruz. keçecizade izzet molla'dan...

Bir ramazan günü, iftardan sonra topluca teraviye kalkılmış.Ama imam iki secdeyi bir edecek kadar hızlı kıldırıyormuş namazı.Daha beş dakika olmadan, onuncu rekat tamamlanmış.Tam o sırada aceleyle dışarıdan gelen birisi, "hazır abdestim varken, ben de cemaate yetişeyim" diyerek safa gireceği sırada, cemaat selam verince, İzzet Molla adama dönmüş:
"Be adam" demiş, "Biz içindeyken yetişemiyoruz.sen dışarıdan geldiğin halde, nasıl yetişeceksin?"

sefiller, nihat genç


Dün öğrendim bir hafta önce ölmüş, kimsesizler mezarlığına kaldırılmış hurdacı Özcan ağbi. Özcan ağbi elli kilo var yok Ankara’nın en hırpani adamı, suratı eski tozlu kısmen kurtlanıp yırtılmış kararmış eski kağıtlar gibi. İki büklüm sakallı bir sinek kadar zayıf, tam bir dilenci. Bu yazın meşhur elli derece sıcağında dahi çıkartmadı kirden kararmış paltosunu yağlanmış bir kat tozlu kalın ciltli kitaplar gibi. Ne zaman sahafa gitsem kalın paltosu içine sivrisinek kadar küçücük başını çekmiş, sigarasını içiyor oluyordu.

Daha iki hafta önce Kızılay’da yıkılan Fransız Kültür inşaatının cadde tarafı kaldırımında yere birkaç kağıt mendil koymuş satıyordu. Eski topçu menecer arkadaşlarla önünden geçiyorduk, çömeldim, kulaktan kulağa sağda solda bir şey var mı diye konuştuk, arkadaşlar bir yazarın bir dilenciyle kulaktan kulağa böyle hararetli dakikalarca ne konuşur sorusuna, bizim de menejerlerimiz bu hurdacılardır, şakayla karışık geçiştirdim.

Hangi işi yapsa sırtındaki palto ve ağzındaki marlboro sigarası üniforması gibiydi, hangi iş, her iş’in bir fırıldağı, her fırıldağın bir nam salmış ustası vardır, hurdacıdan ne bekliyorsunuz tiyatroya kokteyle giden beyler gibi giyinemezdi, çek senet tarih imza kravat banka kredileriyle çalışamazdı.

Özcan ağbi öldü onu tanıyanların hafızasında meşhur kaskatı kirli paltosu ve fırıldak dümen hikayeleri hiç ölmeyecek. Hurdacılığında kitaptan anlarım havasıyla ağır bilmiş konuşup kılığından çok başka bir soyluluk verirdi, en çok da bir zamanlar neymişiz havası, insan hayal edemeyeceği yere palavralarıyla kestirmeden gidebilirdi, ağzın laf yapabiliyorsa bir hurdacıyı soylu bir İngiliz lorduna dönüştürebilirdi, bu lafların ne kadarını yiyorsan o kadar kerizinden müşteri namzeti değilse dinleyicisi olabiliyordun.

Sahaflara, sabahları sokak sokak topladığı kitapları çuval hesabı torba hesabı üç-beş liraya satardı. Müşteriliğin de bir ahlakı vardır, Özcan ağbi’den kitap almaz satmasını bekler sonra sahaftan alırdım. Bir roman dolduracak kadar öğleye doğru henüz kapısı açılmamış sahaf önlerinde sıkılmışlığım laflamışlığım çoktur, konuşmaları 60’lı yılların Türk sineması saflığında kalmış, yarısı palavra, yarısı sıkı hikaye, yarısı boş hayaller, yarısını yemiş yarısını yutmuşumdur, yarısı kaymış bir hayatın iltihabı, uflar puflarla zehir gibi çaylarla deşip irin irin patlatmak gibi, ama neyi anlatsa hala fare avlayan bir sinsi tezgah kurgusu çakal tuzağı kokusu doluydu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

fahriye abla, özdemir erdoğan


 
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?

                                                                                             Ahmet Muhip Dıranas

tek yön, walter benjamin


Pulların üstünde ülkeler, denizler sadece vilayetlerdir; krallar sadece renkleri hoşlarına gittiği gibi üstlerine boca eden rakamların paralı askerleridir.Pul albümleri büyülü başvuru kitaplarıdır, monarşilerin ve sarayların, hayvanların ve alegorilerin ve devletlerin sayıları tespit edilmiştir içlerinde.Postanın dolaşımı bunların uyumu üzerine kuruludur, nasıl ki göksel sayıların uyumu üzerine gezegenlerin dolaşımı kuruluysa.

***

Pullar büyük devletlerin çocuk odasında takdim ettikleri kartvizitlerdir.

***

Suçlunun öldürülmesi ahlaki olabilir- öldürülmesinin haklı çıkarılması asla.

***

Bütün insanları besleyen Tanrı'dır, yetersiz besleyen ise devlet.

***

Para ile yağmur sıkı sıkıya ilintilidir.Havanın kendisi bu dünyanın durumunun bir göstergesidir.Rahmetirahman ise bulutsuzdur, hava şartlarından haberi yoktur.Üzerine hiçbir paranın yağmayacağı bir mükemmel mallar memleketi de gelecektir.

***

Banknotların üzerindeki rakamların etrafında oynaşan masum yavrular, tanrıça kılığında elinde kanun levhaları tutanlar ve kılıcını kınına sokan zırhlı kahramanlar-kendi başına bir dünyadır bu: cehennemin cephe mimarisi- 

***
Morötesi ışınları gibi hatırlayış hayatın kitabında herkese, uzgörü olarak metni tefsir etmiş o görülmez yazıyı gösterir.Ama maksatları değiş tokuş etmek, yaşanmamış ömrü birçabuk yaşayıp bitiren, aşındıran, kirletilmiş halde bize geri veren iskambil kağıtlarına, ruhlara, yıldızlara teslim etmek cezasız kalmayacaktır; bedeni dolandırıp onu kaderin cilveleriyle kendi toprağında boy ölçüşerek onlara galebe çalma gücünden etmek cezasız kalmayacaktır.

***

Sevene sevilen hep yapayalnız görünür.

Tek Yön
Walter Benjamin

saçayağı, ahmet uluçay

resim: ahmetcoka
1980'lerin başında yayınlanmıştır.
Ahmet Uluçay'ın 1980'lerin başında yayınladığı bir hikayesi...                        
SAÇAYAĞI 

Bizim mahallede seksenini aşmış üç tane dul komşu vardı. (Onları senin de tanımanı isterdim.) Bunlar, daracık, çıkmaz bir sokağın en dibinde, yerden bir karış yükseklikteki sekiye otururlar, kirmanlarını döndürerek peygamberlerden, melâikelerden konuşurlardı. Arada bir de, sokağın tozları içinde oynayan torunlarına göz kulak olurlardı.Bu kadınların öyle güzel muhabbetleri vardı ki!.. Kulakları ağır işittiği için, içlerinden birisi konuşurken diğer ikisi başlarını ona uzatırlar, saçayağı gibi olurlar; sonra gülümseyerek geri çekilir, kirmanlarını döndürmeye devam ederlerdi. Onların bu hâllerini gören, gizli bir şey konuştuklarını sanabilirdi.Bir gün bu kadınlardan biri hastalandı. İki gün hasta yattı. Üçüncü gün de, sessiz sedasız ölüp gitti. Çocukları, torunları, “Yaşı yetmiş işi bitmiş” diyerek ardından pek ağlamadılar. Geri kalan diğer iki kadın da, sanki önceden üç kişi değillermiş, hep iki kişilermiş gibi onun eksikliğini duymadan kirmanlarını döndürmeye devam ettiler. Bir ayağı kırılan saçayağı, ne sendeledi, ne yıkıldı.Gün geldi, bu kadınlardan biri daha yatağa düştü. Zâten bu da beklenen bir şeydi. Kimse telaşlanmadı. Onu köy evlerindeki toprak tabanlı; loş, el kadar bir pencereyle aydınlanan odadaki yer yatağına yatırıp öleceği günü beklemeye koyuldular.Saçayağının dikilen son ayağı, gece gündüz hasta arkadaşının başındaydı. İdâre lambasının sarı, cılız ışığı altında, yarı görmez gözlerine işkence ederek Kur’an okudu; üfledi; onu ölünceye kadar bir ân olsun yalnız bırakmadı.Zâten hasta kadının fazla yatmasına gerek kalmadı. Bir kuşluk vakti, iyice kötüleşti. Yarı bayılıyor, yarı Kelime-i şehâdet getiriyor; Yemen’de şehit düşen kocasını sayıklıyordu. Uzak-yakın, hını-hısımı başındaydılar. Kur’an sesleri arasında, içleri burkularak ona bakıyorlardı.Bir ara hasta, güç-belâ, nefes nefese, yüksek bir yere yetişmek ister gibi, dirseğinin üstünde doğrulup kolunu yukarı uzattı. Başından örtüsü kaydı. Sütbeyaz, seyrek, örgülü saçları yastığının üstüne döküldü. Sonra uzandığı yerden bir yiyecek almış gibi ağzına alıp gevelemeye başladı. Hiç dişi olmadığından, geveledikçe çenesi burnuna değer gibi oluyordu. Şaşkın bakışlar altında, bu hareketi birkaç kere tekrarladı. Daha sonra, sağ yanına, duvara döndü. Avucunu oluk gibi yaparak gırtlağı yukarı gide gele, hayalî bir çeşmeden su içti. Elinin tersiyle ağzını silerek, bir “Oh!” çekti.Saçayağının dikilen son ayağı, elindeki Kur’an’ı katlamış, hasta arkadaşına gülümseyerek bakıyordu.-Kız, dedi; sen neler yapıyorsun öyle?Hasta Bin bir zahmetle gözlerini ona çevirdi:-Cennet meyvesi yiyorum, dedi; cennet ırmaklarından su içiyorum.-Kız azıcık da bana versene! Hep kendin mi yersin, kendin mi içersin?Hasta kadın, kendine eziyet ederek gene yukarı uzandı; hayâlî meyvelerden koparıp arkadaşına verdi. Sonra sağ yanına döndü; hayâlî su dolu avucunu arkadaşının ağzına götürdü. O da tıpkı hasta gibi, meyveyi yedi; gırtlağı gurk gurk ede ede suyu içti. Önce dudaklarını yaladı; sonra ısırdı. Başını iki yana sallayarak:-Pek tatlıymış kız! dedi.Bu onun son sözü oldu. Kimsenin yüzüne bakmadan ağaya kalkıp kapıya doğru yürüdü. Kapıda durup arkadaşına bir daha baktı. Onun kendisine güç-belâ ama içten gülümsediğini görünce, kapıyı açtı; çıkıp gitti.Hastanın yanındakiler, onların bu hallerini, kendilerine has bir şaka sanıp gülümseyeceklerdi ki, gülümsemeleri dudaklarında donuverdi. Hasta, hemencecik, Kelime-i şehâdet getirip ölmüştü. Ağzına bir bardak suyu yetiştiremediler.Ölü yıkandı;kefene sarıldı, tabuta kondu. Sonra köyün en kenarındaki musalla taşında namazı kılındı. Ardından ağladılar; ağıta benzeyen bir iki şey söylediler. Saçayağının dikilen son ayağı hiç ağlamadı. Evde kalmış kart kızların, düğün alayının arkasından bakması gibi, cenazenin ardından baktı. Dişsiz ağzını geveleyerek dilinin ucuyla, dudaklarında, o hayâlî meyvenin tadını aradı.Akşam karanlığı çökmüştü. Köy bir garip kederli sessizlik içindeydi. Aradılar; saçayağının dikilen son ayağını bulamadılar. Yatsıdan sonra çıkıp geldi. Tarladan dönen köylüler, onu Gökçepınar’ın başında otururken bulup getirmişlerdi. Orada ne aradığını sordular; ağzından bir kelime çıkmadı. Artık onun için, “herhalde bunadı.” dediler.İkinci gün, gene ortalıkta görünmedi. Bu sefer köyden epeyi uzaktı. Kırlarda, kuru otların dikenlerin arasında, kendini bilmez bir şekilde gezinirken buldular. Kollarından tutup köye getirdiler. Duymuyor, konuşmuyordu. Boyuna dişsiz ağzını geveliyor, uzaklara bakıyordu.Onun bu hâlini arkadaşının ölümüne yordular. “Kırlarda başına sıcak geçmiştir, kendine gelir” umuduyla, serin bir odaya yatak serip yatırdılar. Aynı gün ikindiye doğru,ortalığı hiç telaşa vermeden, dudaklarında hayâlî meyvenin tadını arayarak o da öldü; unutuldu gitti.

Ahmet Uluçay

19 Ekim 2012 Cuma

alçaklığın evrensel tarihi, borges


1517 yılında, Yerliler'in Antiller'deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında çürüyüp gitmelerine yüreği parçalanan İspanyol misyoner Bartolome de las Casas, İspanya kralı V. Carlos'a, oraya zencilerin getirtilmesi için bir tasarı sunmuştu; Antiller'deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında zenciler çürüyüp gitsin diye.Biz Amerika'nın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanlar, bu acayip insancıl dönüşüme neler borçluyuz neler: W. C. Handy'nin blues parçalarını; Uruguaylı avukat ve Siyah akımının ressamı Don Pedro Figari'nin Paris'teki büyük başarısını; tangonun kökenini zencilere kadar dayandıran bir başka Uruguaylının, Don Vicente Rossi'nin halis yerli düzyazılarını; Abraham Lincoln'ün destansı boyutlarını; iç savaş yüzünden beş yüz bin kişinin ölmesini ve asker emeklilerine üç milyon üç yüz bin dolar aylık bağlanmasını...
...
O yıllarda, köleciliğe karşı çıkan birtakım kışkırtıcılar, Kuzey'i bir uçtan öbür uca dolaşıyorlardı; özel mülkiyete karşı çıkan bu tehlikeli kudurganlar çetesi kölelerin özgür kılınmasını savunuyor, onları kaçmaya kışkırtıyordu.Morell bu anarşistlere pabuç bırakacak adam değildi.Yankee değildi o, sapına kadar Güneyli bir Beyazdı; Beyazların soyundan geliyordu.Bir gün bu işleri bırakıp beyefendiden sayılmayı, kilometrelerce uzayıp giden kendi pamuk tarlalarının, sıra sıra dizilip iki büklüm çalışan kendi kölelerinin sahibi olmayı düşlüyordu...Onca deneyimden sonra, gereksiz tehlikeleri göze almaya hiç niyeti yoktu.

Kaçak köle özgürlüğüne kavuşmayı bekleyedursun, Lazarus Morell'in kancık melezleri kendi aralarında bazen belli belirsiz bir baş işaretiyle karar verirler ve köleyi gözden, kulaktan, elden, günden, rezillikten, zamandan, koruyucularından, umarsızlıktan, havadan, köpek sürülerinden, dünyadan, umuttan, terden ve kendinden kurtarıverirlerdi.Bir kurşun, bir bıçak ya da kafaya inen bir sopa...Son kanıtı yok etmek Missisipi'nin kaplumbağalarıyla yayınbalıklarına kalırdı...
...
Morell'in, kendisini linç etmeyi düşleyen zencilerin ayaklanmalarına önderlik ettiğini ya da önderlik etmeyi düşlediği zenci orduları tarafından linç edildiğini düşünebiliyor musunuz? Üzülerek itiraf etmeliyim ki, Missisipi tarihi, bu iki harikulade fırsatın ikisinden de yararlanamadı.Üstelik, ilahi adalet (ya da ilahi ahenk) de yerini bulmadı: Suçlarına yataklık eden ırmak Morell'in mezarı olmadı.Lazarus Morell, 1835 ocağının ikinci günü, Silas Buckley adıyla yattığı Natchez hastanesinde bir akciğer hastalığından öldü.Onu, koğuştaki hastalardan biri tanıdı.Ayın ikisi ver dördünde, bazı büyük çiftliklerdeki köleler ayaklanmaya kalktılar, ama pek fazla kan dökülmeden bastırıldı ayaklanma.

Zalim Kurtarıcı Lazarus Morell

Alçaklığın Evrensel Tarihi
Jorge Luis Borges

o işe rufailer karışır


Rakı yasağının hüküm sürdüğü bir devirde, herhalde IV. Murad zamanında, bir Bektaşi, gizli bir meyhaneden doldurduğu şişesiyle giderken subaşıya, aseslere (zaptiye memurlarına) rastlar.Subaşı, yahut asesbaşı, "O şişede ne var?" diye sorar, Bektaşi "sirke" der."Ver bakayım" deyince, bektaşi "Rakı ol ya mübarek" deyip şişeyi sunar; yani aklınca keramet gösterir.Bunu duyan, gören memur, karşıdaki yangını göstererek, "Kerametin varsa" der, "Şu yangını söndür."Bektaşi, "Yok erenler" der, "Bizim hükmümüz buna geçer, o ateş işi, ona Rıfailer karışır."

Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri
Abdülbaki Gölpınarlı

sıcak su mu, soğuk su mu? yalçın kaya

...
İnsanoğlu, sinir buhranlarından kurtulmak istiyorsa, tekrar tabiata dönmelidir.Fen derslerinden tam numara almak bizi başarılı, fakat mutsuz kıldı.Su, tabiat tarafından nasıl sunulmuşsa, ancak o şekilde faydalıdır.Ama kaynar ılıca suyuymuş, ama buzlu dere suyuymuş...Ünlü araştırıcı Karper son nefesinde ne demiş biliyor muydunuz?.."The end" demiş...

Sıcak su mu, soğuk su mu?
Yalçın Kaya

5 Ekim 2012 Cuma

en passion (bir tutku), 1969, ingmar bergman


Andreas Winkelman: Kendini bir düş kırıklığı olarak görmek ne acı…Bazı insanlar, iyi niyet kisvesi altında aşağılayarak sana ne yapman gerektiğini söylerler. Yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğiyle yaparlar bunu… Özgürlük hakkında pek çok konuşuruz. Özgürlük, aşağılanmış olan için sadece bir zindan değil midir? Aşağılanmışların tahammül edebilmeleri için kullandığı bir ilaç mı?…Artık direnmeyeceğim.Günler geçip gidiyor. Yediğim yemekten, çıkardığım dışkıdan ve hatta konuştuğum kelimelerden bile zehirleniyorum!Güneş, uyanayım diye çığlık atar gibi yolluyor ışığını.Uyku ise sadece beni kovalayan kabuslardan ibaret.Karanlık; hayaletleri ve anılarımla kulaklarımı tırmalıyor.Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi?En sonunda kabullenip susmuşlar...Oysa onların da diğerleri gibi gözleri, elleri ve hisleri var...Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!

 En Passion, 1969

odtü mc donalds - tayfun gönül, gediz akdeniz söyleşisinden

...
Tayfun Gönül: Daha önce de konuşmuştuk?Senin ODTÜ çözümlemen vardı örneğin."ODTÜ'de Mc Donalds'a Hayır" meselesi...

Gediz Akdeniz: Tabii o tam bir simülasyon örneği.Yani Baudrillard'ın kuramının işaret ettiği simülasyon bu."Mc Donalds'a Hayır" diye çıkarsan, Ortadoğu Üniversitesi'nin ne kadar Mc Donalds bir üniversite olduğunun üstünü örtmüş olursun.Yani bu Baudrillard'ın Disneyland için söylediği gibi aslında; Baudrillard "Disneyland gerçekte Amerika'nın bir Disneyland olduğunun üstünü örtmek için ortaya çıkmış bir simülasyon" diyor.

Düzenden Kaosa Zuhur
Tayfun Gönül
Gediz Akdeniz ile Söyleşi

yalnızlığımı unutturmayacak kadar, akif kurtuluş

son kez tebaamı seyrettim bir kuyunun ağzında
görüntüsünü bozmamak için suya taş atmaktan korkan tebaamı

her mahalleden bir komşu edinmiştim, mihrapsız kalmamak için

kırk gün kırk gece süren yağmurdan kaçarken saçak altına tutulmuştum

yalnız sigaramı kurutmak için çıkardım güneşe, o da bir kaç dakika

cenaze törenlerinde ağlayarak acı paylaşmasını bu zamanlar öğrendim

bir süre de yüreğinden infilak etmiş süsüyle gezindim çarşı içinde

şehrin yarısını kaybettiği aşk mektuplarımı yayımlayarak

sabahları yepyeni bir hicret duygusuyla çıkmalıyım kapıdan
tarihin benimle başladığına ancak böyle inanabilirim
ancak böyle bağışlarım yazıyı ve pusulayı benden önce bulanları

bu yaz kalenin dibinde ney üfleyerek kazandığım parayla
kuşların göç yolunu gösteren bir atlas satın aldım
istersem her haramiyi mahcup kılarım, hiçbiri ses edemez
suları geçerken gövdemize vuran ve düşen martılara
uyruğumu bırak, sözümü bil, ülkemi bul
şu meydanda bin yıl önceki savaş benim yüzümden patladı
o nedenle üzülmüyorum nal seslerinden yazılması gecikmiş hayatıma

mezuniyet müsameresinde aldığım alkışları başım sıkıştıkça kullanırdım
savurdum onları bir minareden, benle birlik büyüsün diye yüreğim
o nedenle acıtmıyor konukların önünde şarkı söyletilen bir çocukluk da

bak, şu bedevinin yanındaki benim, duruşumdan bir suikast hazırlığı
çadırların ardındaki gölgelerden baskın havası seziliyor
birazdan bir hançer kana bulayacak okul defterlerini

yaş günleri ezberlenerek, tren biletleri saklanarak tarih hatırlanmaz
takvim yaprakları arasında çiçek kurutularak da
anla! bir çiçek bile anlar koparıldığını
anlayabilirsin, gördün güllerin elimde nasıl renk değiştirdiğini
ilk kez burnunu sağ yanağıma dayadığında söylemiştim, bir de şimdi:

-bana yalnzılığımı unutturmayacak kadar yaklaş
nerde miyim: birkaç gün daha bir kuyunun ağzında

yosunları yolduğu için yönünü yitiren
yüzünü yitirmemek için cebinde şehir planını taşıyan
ve her kavşakta dizine yayıp saçını tarayan Ahali!

gördüğü her rüyayı bir kuyuya yoran saçı bitmemiş
niçin benim yetimim olsun, niçin, niçin

Akif Kurtuluş

Tören Provası

zencilik, aime cesaire


"Onlar ki ne barutu ne pusulayı buldular
Onlar ki hiçbir zaman buhara da elektriğe de egemen olmayı beceremediler,
onlar ki denizleri ne gökyüzünü keşfettiler,
ama kendi köşelerinde acının yurdunu bilirler."

22 Eylül 2012 Cumartesi

yağmur, elias canetti


Yağmur damlalar halinde yağar.Pek çok damla vardır; bunlar görülebilir; hareketlerinin yönü de tek tek fark edilebilir niteliktedir.Bütün dillerde yağmurun yağmasından düşmek diye söz edilir.Yağmur paralel çizgiler olarak görülür ve düşen damlaların sayısı yönlerinin birörnekliğini vurgular.İnsanı düşüşten daha fazla etkileyen başka hiçbir hareket yoktur; düşmeyle karşılaştırıldığında diğer bütün hareketler önemsiz ve ikincil görünür.Çok erken çağlardan itibaren düşmek insanın en korktuğu şeydir; insanın hayatta, karşısında savunmaya geçtiği ilk şeydir.Çocuklar düşmemeyi yavaş yavaş öğrenirler; düşmek belirli bir yaştan sonra, aptalca ve tehlikeli olur.İnsanın tersine, yağmur düşmesi gerekendir ve bu kadar sık ve bu kadar çoğulluk içinde düşen başka hiçbir şey yoktur.

Kitle ve İktidar
Elias Canetti

emperyalizm, dr. hikmet kıvılcımlı


Emperyalist ya da "Anti Emperyalist" terimleri çok işitilen sözlerdendir.Fakat, emperyalizm nedir? Onu, bazıları herhangi bir tabiat hadisesiyle bile kaıştırır; bazıları da, ekonomi dışında sırf bir politika meselesi sayarlar.O zaman herhangi bir kadim imparatorluğa da emperyalist adını vererek, emperyalizmi 'Kâlubelâ'ya kadar çıkarmak; yahut Bursa ovasındaki leylekleri yaralayan kartallardan da bir emperyalist kokusu alıp, emperyalizmi, âlâimiücviye: meteor(göktaşı) sırasına sokmak işten bile değildir.Bu yüzden, emperyalizmi, yerin dibinde gizli bir Deccal gibi bekleyen veya bulutlar ötesinde kanat germiş bir Zümrüdüanka sanan sanana...
Gerçekte emperyalizm denilen şey, yirminci yüzyıl marksizmi tarafından, yaşanılan çağın alnında okunulmuş bir lanet damgasıdır...

Emperyalizm Geberen Kapitalizm
Dr. Hikmet Kıvılcımlı

3 Eylül 2012 Pazartesi

minima moralia, adorno

Dağcıların tırmanma rekorları, kaçağın korkusunu yatıştırır.
---
Burjuvazi hoşgörülüdür;  insanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.
---
Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.
---
Burjuva çağını başlatan, matbaanın icadıysa eğer, şimdi ona mimeografla, yayının bu tek kibirsiz biçimiyle son vermenin zamanıdır.
---
Egemenlik mekanizması, yol açtığı acıların görülmesini de önler.Mutluluk vaazlarıyla başlayıp sırf yuttaşlarımız acı çığlıklarını işitmediklerine kendilerini inandırabilsin diye Polonya'nın en uzak köşelerinde kurulan insan mezbahalarına varan gelişim çizgisi hiç de dolambaçlı değildir.Budur kenetlenmiş bir mutluluk yeteneğinin modeli..
---
Açlık belirlemiştir proleter dilini.Yosullar karınlarını doyurmak için sözcükleri çiğnerler.
---
Kurbanlar normal okurlara ne kadar benzerse, ne kadar esmer, "kirli" ve göçmen tipliyse, uygulanan zulme duyulan öfke de o kadar azalır.
---
Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.
---
En eskiyi şimdide bulma umudu, hayvan doğasının, -insana rağmen değilse bile- insandan gördüğü kötülüğe rağmen var kalabileceği ve daha iyi bir türün doğumuna yol açabileceği umudunun da ifadesidir.Hayvanat bahçeleri de aynı umuttan kaynaklanır.Nuh'un Gemisi düzenine göre kurulmuşlardır, çünkü ortaya çıkışlarından beri burjuva sınıfı tufan beklemektedir.
---
Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür.
---
Burjuva, kendi mıntıkasının sınırına ne kadar yaklaşır ve haysiyetini ne kadar unutursa, iktidar törenleri de o kadar kabalaşır,.Gecenin hazları vardır, ama fahişe yine de yakılır.
---
Çok kötü insanların ölebileceğini düşünmek zordur.

Minima Moralia
Theodor W. Adorno


aşık garip coğrafyası, hüsrev hatemi


"anne! yunus ne dediyse hep çıktı
şeytanlar semirdi kuvvetli oldu.
zayıf kalsalar ne farkederdi
nasılsa onlar galip gelecekti"

2 Eylül 2012 Pazar

insanoğlu kuş misali


Eskiden Miskinler Tekkesi vardı ve ağır hareket eden ya da yerinden kımıldamayanlara ‘miskinlik hastası’ teşhisi konurdu.. Aynı sedirde yan yana iki miskin oturmuş ve bir yıl sonra yer değiştirince söylenmiş bir laf.. Yani insan hareketlerindeki hızlılık ve yavaşlılık üzerine bir hiciv..

Nihat Genç

mercier ile camier, samuel beckett

Mercier'nin düşüncelerinin bir özelliği de hangi dalga ve çalkantıyla oradan oraya sürüklenirse sürüklensinler, hiç değişmeden hep aynı kayalıklara dönüp dönüp vurmalarıydı.Aslında belki de geçmiş ve geleceğin tek bir akıntıyla birbirine karıştığı ve ezelden beri, olmayan bir şimdinin üzerini örttüğü karanlık ve gürültülü bir düş niteliği taşıyordu bu düşünceler..
***
İnsanın Mercier'yi bırakmaması için Camier olması gerek..
***
Önümüzde koca bir yaşam duruyor, yani bu yaşamdan arta kalan süre.
***
Ruhun kustuğu şeyler asla kaybolmaz.
***
Yaşam üzerine söylenmemiş ne söylenebilir?Birçok şey.Götüyle iyi nişan alamadığı örneğin.
***
Gerçekten de güzel bir gündü, en azından, bu ülkede güzel diyenitelendirilebilecek bir gündü...
***
Dikkat, şimdi bir kere daha göreceğiz yeryüzünün göz kamaştırıcı yanlarını, üstelik kendimizi de bir kere daha göreceğiz, gece hiçbir şeyi değiştirmemiş olacak, insan kökenli budalalıklarımızın öteki yüzüdür karşımızdaki; şanslıyız bir yüzü daha olduğu için, kardeşlerimiz orada, umutlarımızı(kaldıysa eğer) iyice dağıtmak için, onlarca kardeşlerimizin hepsi, ve mide bulantılarımız ve yaşlanmış eski korkularımızın hepsi.O zaman yeniden görüyorlar birbirlerini, ne bekliyorsunuz yani, yalnızca biraz daha önce yola koyulmalıydılar.Kimde sıra şimdi, Camier'de, haydi dön bakalım rezil, iyice bak.Gözlerine inanamıyorsun, önemi yok, inanacaksın, çünkü ta kendisi o, senin tatlı, yaşlı, yorgun, kıllı kemik torban, bir taş atımı ötede, ama sakın atma taş, birlikte boklu sularda yuvarlandığımız eski güzel günleri anımsa..
***
Sondur, sonun öncesidir ve yatıştırıcılar tükenmiştir.Neyse ki sürmez sonsuza kadar, genelde birkaç ay, birkaç yıl sürer yalnızca, kimi sıcak ülkelerde ani sonlara bile rastlanmıştır.

Mercier ile Camier
Samuel Beckett

17 Ağustos 2012 Cuma

ölümcül hastalık umutsuzluk, soren kierkegaard


Umutsuzluğa düşen insanın bir umutsuzluk konusu vardır, buna yalnızca bir an inanılır daha fazla değil; çünkü hemen gerçek umutsuzluk, umutsuzluğun gerçek yüzü ortaya çıkar.Bir şeyden dolayı umutsuzluğa düşerken aslında insan kendi için umutsuzluğa düşmektedir ve şimdi kendi ben'inden kurtulmaya çalışmaktadır.Böylece "Sezar veya hiç olurum" diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer.Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar haline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz.O halde, aslında hiçbir şekilde Sezar olamadığı için bu ben, Sezar olamamaktan dolayı umutsuzluğa düşer.Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini başka bir biçimde oluşturabilen bu aynı ben için Sezar olamamak, işte bu durumda katlanılması en güç şeydir.Daha yakından bakıldığında, onun için dayanılmaz olan, hiçbir şekilde Sezar olamamak değildir; hiçbir şekilde dayanamadığı kendi ben'inden kurtulamamasıdır.Sezar olsaydı, bunu yapabilirdi; ama Sezar olamadığına göre umutsuz kişimiz, ben'inden kurtulamaz.Özünde umutsuzluğu değişmemektedir, çünkü benliğine sahip değildir, kendi değildir.Sezar olarak kendi olamayacağı bir gerçektir ama kendi ben'inden kurtulacaktır...

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Soren Kierkegaard

dağlar, hakkari'de bir mevsim


"Ey yorgun atlar, sayı bilmiyen çocuklar
Ey bütün hazır elbiseciler ey,
Birgün olmak, küskün keşişlerden olmamak birgün
Dağlara dağlara çıkmak sular köprüler sular birgün çıkmak
Eski kaba arabalardan inip birgün çıkmak
Dağlara dağlara dağlara başka hiç
Birgün dağlara" Turgut Uyar

10 Ağustos 2012 Cuma

filler güler mi?

Geçenlerde hayvan davranışları üzerine değerlendirmeler içeren bir yazı gördüm, "filler ağlar mı?" diye.

http://hayvanozgurluguhareketi.com/2012/08/05/filler-aglar-mi/

Dişinden tırnağına katliamlara bulanmış, sirklerden incelemelere, oradan hayvanat bahçelerine sürülmüş, bilimsel ve bilimsel olmayan bakıcıların ellerinde gezinen bir canlı türünden bahsediyoruz...Ve uzunca bir süredir vicdanımızı, Dünya Hayvan Hakları Günü'nde, çocukların bizzat kendi elleriyle beslemelerine izin vererek rahatlatmaya çalışıyoruz..Nihayetinde, doğal yaşam alanlarının inşasıyla, doğal vicdan alanlarının inşasında aynı harç vardır...Şimdi fillerin hüngür hüngür ağlaması dahi, insanoğlunun kahkahaları, nümayişleri, zincirleri, deneyleri ve kafeslerinin gölgesinde kalacak, görülmeyecek, duyulmayacaktır.Belki, sakın ha sakın, bir daha ağladığını dahi görmek ismeyecektir.Tıpkı Ömer Seyfettin'in 'Falaka'sındaki gibi: "burada ağlarsan dövecekler, ötede döverek ağlatıyorlardı."